You are here
Müşteri Değil Hastayız
Gebze’den bir kadın işçi

İşçi sınıfının kazanmış olduğu haklar bir bir elimizden alınıyor. Bunlardan biri de sağlığın paralı hale getirilmesidir. AKP hükümeti, işçi sınıfına saldırırken daha önceki burjuva hükümetlerden daha cevval çıkmıştır. Ancak bu, işçi sınıfın haklarına dönük her saldırıda olduğu gibi, allanıp pullanıp sanki bizim yararımızaymış gibi sunuldu.
Geçen haftalarda Radikal gazetesi köşe yazarlarından birisi hastanelerde yaşanan sorunları ele alan bir yazı yazdı. Şöyle deniyordu:
“SGK ile anlaşmalı bir özel hastanenin dâhiliye bölümüne karın ağrısı şikâyetiyle başvuruyorsunuz. Dâhiliye mütehassısı size elini bile sürmeden önündeki istek formuna tüm batın ultrasonu, dört damar Doppler ve kan tahlili yazıyor. Bol keseden oh. Şimdi... Tüm batın ultrasonu demek, karın içindeki bütün organların incelenmesi demek. Ki biliyorsunuz bir insan karnının içinde bir sürü organ mevcuttur. Karın ağrısıyla bacaktaki damarların durumunu tetkik eden Doppler’in ne kadar ilgisiz olduğunu ise anlatmaya hiç hacet yok. Bir klinisyen olarak neden şüphelendiğiniz belli olmayan biçimde topu radyoloğa atıyorsunuz. Çünkü o gün mümkün olduğunca çok hasta bakmalısınız...
“Şimdi... Top radyologda ve kan tahlili yapan laboratuvarda... Kolunuza bir iğne giriyor, kanınız alınıyor. Radyolog deseniz, her hastaya yaklaşık 8-10 dakika ayırabiliyor, sistem bu. O 8-10 dakikada hastanın ilk müracaat ettiği dâhiliyeci doktorun karaciğerden mi, pankreastan mı, apandisten mi yoksa safrakesesinden mi şüphelendiğini bilmeden, karın içinde öylece dolanıp duruyor. Ne o... Tüm batın ultrasonu yaptırdınız... Ne o, tam biyokimya kan tahliliniz var. İyileşmiş kadar oldunuz inşallah…
“Devlet hastanelerine gelirsek... Doktorların muayenehane açması Türkiye’nin AB’ye girmesinden bile meşakkatli prosedürler gerektirdiğinden, hepsi geçimini performans puanlarına bağlamış vaziyette. O puan da ne kadar çok tetkik yaparsa o kadar artıyor. Örneğin, bir devlet hastanesine mide yanması şikâyetiyle başvuruyorsunuz. Diyelim ki muayene 21 puan. Bakıyor, yetmez. Öyleyse muayene bulgularıyla uysun ya da uymasın hem gastroskopi hem de kolonoskopi yapalım... Mideye girmişken, bağırsağa da bakalım. Öyle olunca 220 (110+110) puan filan çünkü. Bir düşünün bakayım; sizin başınıza gelmediyse, kaç yakınınızın son dönemde bu tetkikleri yaptırdığını ve ‘iyi’ çıktığını duydunuz... Performans puanının başka handikapları da var: Artık hiçbir cerrah komplike bir ameliyata girmek istemiyor. Apandisit üstüne apandisitle hayat geçebiliyor. Çünkü birçok cerrah için sıradan bir operasyon olan apandis alma 500 puansa, çok daha riskli olan ve uzun süren kanser ameliyatları 600 puan. Ne uğraşacak... 100 puan için değer mi... Tek problem doktorlarda değil, hastalar da bir hoş… Mademki 500 liralık bir MR’ı SGK’yla anlaşması olan bir özel hastanede 60 liraya yahut da 200 liralık bir ultrasonu 0 liraya çektirebiliyor... ‘Çektireyim ben bir tane gelmişken doktor bey’ diyorlar. Doktor da ‘Peki’ diyor, ‘Seni mi kıracağız, kırmayayım ki sen hep bizim dükkâna gel’... 1 sene içinde 26 kez ultrason çektiren hasta var, sayın seyirciler!
“Kıdemli bir radyolog anlatıyor: Çok sık ultrasona geldikleri için artık ahbap olduğumuz üç teyzeden biri geçen gün yoktu. ‘Nerede Hamiyet Hanım, hayırdır’ dedim. ‘Bugün hasta. Gelemedi’ dediler. Budur yani....”
Görüldüğü gibi hasta değil müşteriyiz. Çok basit bir rahatsızlıktan dolayı gitmiş olsak bile, en akla gelmez tahliller, röntgenler çekilmeden ve cebinizdeki parayı hastanenin kasasına aktarmadan dönmeniz mümkün olmuyor. Meselâ bu hastanelerde yapılan doğumların çok büyük bir oranı riskli olmamasına rağmen yine bu maksatla sezaryen yaptırılıyor. Fabrikalarda makine başlarında işçilere uygulanan performans baskısı ne yazık ki çıkan yasaların ardından sağlık sektörü için de geçerli hale gelmiştir. Devlet hastanelerindeki doktorlar da geçimlerini performanslardan aldıkları puanlara bağlamışlar. Kısacası hayat kurtarmak, hastaları sağlığına kavuşturmak değil para birinci sırada geliyor. Tedavi olmak, iyileşmek için gittiğimiz hastanelerde insan olarak değil canlı para olarak, müşteri olarak muamele görüyoruz. Bizler işçilik yaparak hayatımızı sürdüren insanlarız. Kimi zaman ağır çalışma koşullarından, kimi zaman çalışma ortamımızın sağlıksız oluşundan, kimi zaman ise aldığımız üç kuruş maaşın hiçbir ihtiyacımızı karşılamaması üzerine hasta düşüyoruz. Böylece hastanelerin yolunu tutuyoruz. Sonuç ortada.Tüm olumsuz koşullardan etkilenen yine biz işçiler oluyoruz. Tuzu kuru patronlar en ufak bir sağlık sorunları için istedikleri zaman özel uçakları ile yurt dışına çıkıp, istedikleri ülkelerde tedavilerini oluyorlar. Ya bizler? Devlet hastanelerinde randevu almak için internet başında, telefon başında cebelleşiyoruz. Sigorta primlerimiz ödeniyor, ama üstüne bir de katkı payı ödüyoruz. Bu da yetmiyor doktorların geçimlerini kolay yoldan sağlamaları için üzerimizde denemedikleri testler, tetkikler kalmıyor. Delik deşik olmuş, iğne izlerinden morarmış kollarla bitap bir vaziyette evimizin yolunu tutuyoruz. Oysa bizler çok şey istemiyoruz. İnsanın en temel hakkı olan sağlık hakkımızı adam gibi kullanmak istiyoruz.
Doktorların geçimlerini sağlamak için insanları gereksiz yere röntgenlerle, acı veren tetkiklerle, pahalı tahlillerle oyalamalarına gelecek olursak, ne bu doktorluk mesleğinin ahlâkına ne de insanlığa sığar. Kendi bireysel çıkarları uğruna insanları kullanmak hele hele sağlık konusunda bunu yapmaları hiçbir şekilde mazur görülemez.
Biz işçilerin hayatları her geçen gün daha da zorlaşıyor. Çalışma saatleri uzuyor, esnek, taşeron çalışma yaygınlaşıyor. Parasız sağlık elimizden alınıyor, bozulan sağlık sisteminde puanlama denen şeyin bir nesnesi haline geliyoruz, kullanılıyoruz. Tüm bunlar bizler dağınık olduğumuz için başımıza geliyor. Ancak umutsuzluğa da kapılmamalıyız. Tüm bu olumsuzlukların önüne geçmek yine bizlerin elindedir. Bir araya gelirsek, yapılan haksızlıklara karşı tek yumruk, tek ses olursak üzerimizde oynanan tüm oyunları bozmuş oluruz.