You are here
Kadına Yönelik Şiddet
Aylin Dinç
Geçtiğimiz yıl Kürt illerinde yapılan bir araştırma, evli kadınların töreye uymayan davranışlarında kocaları ve akrabaları tarafından korkunç yöntemlerle cezalandırıldıklarını ortaya koyuyordu. Araştırmaya göre, kadınlara uygulanan yaygın cezalar arasında burun ve parmak kesme, saç kazıma, cinsel organ dağlama, aç bırakma, duyu organlarına kezzap damlatma yer alıyor. Kadınlar, radyodan şarkı isteme, sinemaya gitme, izinsiz dışarı çıkma, eve geç gelme, kuma kabul etmeme, kocaya ve ailesine karşı çıkma, ailenin istemediği bir ilişki yaşama gibi nedenlerden dolayı işkenceye uğruyor, hatta öldürülüyor.
Bugünün modern kapitalist toplumunda, bunlar uç örnekler olarak karşımıza çıkıyor ama kadına uygulanan şiddet farklı boyutlarda tüm dünyada yaşanıyor. Cinayete kurban giden kadınların yüzde 70’i eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor. Dünyada her üç kadından biri hayatının bir döneminde şiddete maruz kalmaktayken, bu oran Türkiye’de evli kadınlar arasında yüzde 90’lara çıkıyor.
Dünyada her 5 kadından 1’i tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı. Tecavüz edilen kadının “bakire” olmaması, en gelişmiş ülkelerde bile hafifletici bir unsur sayılmakta, pek çok tecavüz davasında kadın en iğrenç şekillerde aşağılanmakta, adeta şikâyetçi olduğuna pişman hale getirilmektedir.
Her toplumsal yapı kendine uygun ilişkileri yaratır ve ona uygun kadın ve erkek modellerini üretir. Bu, sistemin devamlılığının garantisini sağlar. Sınıflı toplumlarda erkeğe de kadına da daha doğduğu andan itibaren, ailede bir rol biçilmiştir. Bu kapitalist toplumda da böyledir. Erkek evin direğidir, evin patronudur, o ne derse yapılmalıdır. Erkek çalışmıyor olsa bile bunlar geçerlidir. Kadın ise eğitimli de olsa, çalışsa da, erkeğin bu rolünü benimseyecek şekilde yetiştirilir. Eğitimli ve çalışan kadınlar arasında bile yaygın olan “ev işlerinin erkeğin eline yakışmadığı” düşüncesi de, erkeğin otoritesine vurulacak darbeyi önleyen savunma mekanizmalarından biridir.
Toplum ezenler ve ezilenler olarak sınıflara bölündüğünden bu yana, kadına işbölümünde verilen rol onu yararsızmış gibi göstermiş, toplumun yeniden var edilmesinde erkek kadar önemli işlerde bulunmadığı düşünüldüğünden cins olarak ikinci konuma atılmıştır. Daha önceki sömürü sistemlerinde kadınların cins olarak aşağı pozisyonları daha açık olduğu halde, kapitalist sistemde cinsler arasındaki eşitsizlik daha sinsice yürütülmektedir. Yasalar karşısında sözde herkes eşit haklara sahiptir, ama pratikte bu hiç de öyle değildir.
Binlerce yıldır egemen sınıflar, ezdiği sınıfın erkeğinin karısı üzerinde egemenlik kurmasının yollarını döşeyerek, buna izin vererek, onun birisi üzerinde egemenlik kurma duygularını tatmin etmiştir. Patrona, şefe, bakkala, kasaba, işin yoğunluğuna, yani erkeği ezen her şeye duyulan öfke, kendisi üzerinde baskı oluşturan her şeye kusulacak nefret, akşam evde “kendini anlamayan” kadına kusulur. Erkek, geçici olarak rahatlar, kendini cendereye sokan patrona karşı öfkesini ifade edememenin kıncını en azından birilerinden almıştır.
İşçi sınıfının erkeği, işyerinde kadın veya erkek patronu tarafından ezilir, horlanır, ama eve geldiğinde patron artık odur. İşyerinde hiçbir değeri yokken, evde egemen olan bir güçtür. Fakat ertesi gün işe gitmek üzere evden çıktığı anda tüm güçleri üzerinden gidiverir, değersiz bir nesneye, bir iş makinesine dönüşür. Bütün gün bir makinenin parçası gibi çalışan işçi patronlar için üretim yapar. İşin yoğunluğu bedensel ve zihinsel olarak yorar ama en kötüsü kimse tarafından insan yerine konulmamaktır. İş bittiğinde eve gelinir ve onu bütün gün insan yerine koymayan iş koşullarından sonra, ona insan olduğunu, ondan öte “erkek” olduğunu hissettiren bir kadının hizmete hazır durumda olması beklenir. Kadın çalışsa da işin esası pek değişmez. Aynı hizmeti yapmak zorundadır. Herkes yerini bilmelidir! O kadındır, diğeri erkek. Tanrı böyle yaratmış, töreler böyle buyurmuştur!
Gelenekler, örf ve adetler, atasözleri hep kadına biçilmiş rolün sürgit devamını sağlamayı amaçlar. Kadınların dayağı hak ettiklerine inanılır ve en eğitimli insanlar arasında bile, dayağa karşı olunması gerektiği ama “dayaklık kadınlar olduğu” düşünülür. Kocasından dayak yiyen kadının karakola gidecek kadar cesareti varsa, kocasına saygısızlık ettiği, sessiz kalmadığı, aile kurumunun mahremiyetini bozduğu gerekçesiyle orada da dayak yeme olasılığı vardır.
Erkeğin kadın üzerindeki şiddetini gerektiğinde yasalarda hafifletici nedenler bularak meşru gösteren ve kadına yönelik şiddeti erkeğin cehaletiyle açıklayan burjuvazi, işin gerçeğini saklamayı da çok fazla beceremez. Burjuvazinin medyası dayak atma oranının üniversiteli erkeklerde eğitim seviyesi düşük olanlara göre daha fazla olduğunu söylüyor ve istatistikler bunu gösteriyor: Gelişmiş Avrupa ülkelerinde bile kadınlar aile içi şiddete maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Yapılan araştırmalara göre kadınların üçte biri eşleri tarafından dövülüyor. Yani “eğitim” seviyesi ve “medeniyet” seviyesi kadını dayak yemekten kurtaramıyor.
Örneğin Almanya’da kadın sığınma evlerine bildirilen aile içi şiddet vakası yılda 40 binden fazladır. Kadınlar çoğu zaman utandıklarından, özel yaşamlarının bilinmesini istemediklerinden, ya da göçmen işçi durumunda olanlar dil sorunundan dolayı buralara başvuramadığından bu sayının çok daha fazla olduğu düşünülmektedir.
Peki erkeklerin doğasında mı var dayak atmak yoksa “dayaklık kadınlara” mı rastlıyorlar? İşin gerçeği, yoksul ve eğitimsiz kadınlar, kendi çilelerini kader diye belleyip katlanmaları gereken bir şey olarak görürler, onlara böyle öğretilir. Küçük-burjuva eğitimli kadın ise erkeklerin burjuvazinin verdiği eğitimle değişebileceğine duyduğu safça inançtan dolayı, bu toplumun yarattığı erkek modelinin dışında bir erkekle karşılaşacağını düşünür. Kendisi de artık haklarının ne olduğunu bilen bir kadındır, kendine hiçbir erkeğin el kaldıramayacağına inanır ve bunu asla yapmayacağını düşündüğü bir erkekle bir araya gelir. Ama ne yazık ki binlerce yıllık hikâyenin tekrarlanma olasılığı oldukça yüksektir: Şiddet. Eğitimsiz kadınlar zaten “baba ocağından” bu konuda daha “eğitimli” olarak geldiklerinden erkeğin hegemonyasını kayıtsız şartsız kabul ederlerken, eğitimli kadınlar, her defasında erkeğin artık değişeceğine dair kendilerini kandırmaya devam ederler.
Geleneksel aile yapısı, şiddete maruz kalmaması için kadının, kocası, oğlu, kardeşi ve akrabası olan tüm erkeklerin bir dediğini iki etmemesi, onlar için saçını süpürge etmesi, sistemin ona dayattığı ev köleliği rolünü itirazsız kabul etmesi şeklinde “çareler” üretmiştir. Kadının erkeğe boyun eğmesinin doğal olduğu, aksi davranan kadının dayağı hak ettiğine inanılır. Genelde bu rolü kadınlar da benimsemiştir. Törelere uymadığı gerekçesiyle kadınların haklarında ölüm kararı çıkarılırken, aile içindeki diğer kadınların da buna onay verdikleri biliniyor.
Burjuva kadınların yaşamını ise töreler, gelenekler değil, para yönetir. Dayak yemek onların kaderi değildir, dayak yemeğe mecbur değildirler, ekonomik özgürlükleri vardır, “eğer geçinilmiyorsa, medeni bir şekilde ayrılmak gerekir” sözü onlar için geçerlidir. Eğer geçinmiyorlarsa, aile içinde herhangi bir sebepten şiddete uğrayabiliyorlarsa, evlilik anlaşmaları işten ayrılan bir ortağın hesabı gibi oturup yapılır, kimse bu işten mağdur kalmadan ayrılırlar. Bu yüzden kadının çilesinden bahsediliyorsa bu, tüm kadın cinsinin değil, burjuva kadının değil, işçi, emekçi kadının çilesidir.
Günümüzde kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın, aşağılamanın kaynağı kapitalizmdir. Bu nedenle emekçi kadınlar, yaşadıkları bu sorunlardan kurtulma yolundaki mücadelelerinde gerçek düşman olarak bu düzeni ve onun sahiplerini görmelidirler. Bu elbette kendi sınıflarının erkeklerinin tutum ve önyargılarına karşı mücadele etmeyecekleri anlamına gelmiyor. Aksine düzene karşı mücadelelerinin önemli bir boyutudur bu. Zira erkek işçilerin dönüştürülmesi için verilecek mücadele, işçi sınıfının bir bütün olarak düzene karşı mücadelesini sakatlayan, sekteye uğratan engellerle mücadele anlamına gelmektedir.
İnsanlığın bir dünya toplumu olarak örgütlendiği, üretimin tüm insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bollaştığı, sömürünün olmadığı, sömürüyü sürekli kılmak için insanların cahil ve bilinçsiz bırakılmadığı, kadın ve erkek arasında ileri düzeyde bir kültürün yaratıldığı bir toplumda, sosyalist toplumda, kadınlar, yalnızca şiddete uğramanın ne demek olduğunu bilmemekle kalmayacak, belki artık “şiddet” kelimesinin bile ne anlama geldiğini hatırlamayacaklardır. Ama böyle bir toplumun yaratılması da, bugünden işçi sınıfının kadınının ve erkeğinin birbiriyle değil, onlar arasındaki her türlü sorunu her gün daha da derinleştiren patronlar sınıfına –o sınıfın tüm kadınları ve erkeklerine karşı– birlikte mücadele etmesiyle mümkündür.
8 Mart ve Feminizm