You are here
Ekim’den Bir Yaprak
Elif Çağlı
Büyük Ekim Devrimi hâlâ işçi sınıfının devrimci mücadelesinin en büyük ilham kaynağı olmayı sürdürüyor. 20. yüzyıla damgasını basan bu şanlı devrim, aslında nice önemli derslerle yüklü uzun bir devrim sürecinin ürünüdür. Çeşitli bakımlardan üzerinde durulması gereken bu sürecin en önemli yönlerinden biri de, mücadele içindeki işçi ve emekçi kitlelerin bağrından doğan sovyetlerdir.
Bundan 85 yıl önce gerçekleşen büyük Ekim Devrimi hâlâ işçi sınıfının devrimci mücadelesinin en büyük ilham kaynağı olmayı sürdürüyor. 20. yüzyıla damgasını basan bu şanlı devrim, aslında nice önemli derslerle yüklü uzun bir devrim sürecinin ürünüdür. Çeşitli bakımlardan üzerinde durulması gereken bu sürecin en önemli yönlerinden biri de, mücadele içindeki işçi ve emekçi kitlelerin bağrından doğan sovyetlerdir. Rus devrim sürecinde, gerçek bir işçi iktidarının kendisinde somutlandığı sovyetler temelinde yürüyen tartışmalarda sergilenmiş olan yanlış ve doğru tutumların hatırlanması yararlı olacaktır.
1905 Kasımında kaleme aldığı Görevlerimiz ve İşçi Delegeleri Sovyeti başlıklı makalesinde, Lenin, gerek parti-sovyet ilişkisi ve gerekse sovyetlerin anlamı konusunda çok önemli açılımlar getirmekteydi. Örneğin, Bolşeviklerin yayın organında ortaya konulan “işçi delegelerinin sovyeti mi, yoksa parti mi?” biçimindeki bir soruya verdiği yanıt şöyleydi:
Bence, soru böyle konamaz, yanıtın da mutlaka şöyle olması gerekir: Hem işçi delegelerinin sovyeti hem de parti. Soru –son derece önemli bir soru– yalnızca, sovyetin görevleri ile Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin görevleri arasındaki sınırın nasıl çizilebileceği ve bunların birbiriyle nasıl bağlantılı olacağı noktasında toplanıyor.[1]
Lenin dışında genelde diğer Bolşevik liderler, devrimci iktidar organlarının parti komiteleri değil, sovyetler olması gerektiğini ve sovyetlerin de yalnızca Bolşeviklerin görüşlerini kabul eden işçi delegeleri temelinde oluşamayacağını kavramış değillerdi. Oysa bu birincil derecede önemli bir sorundu. İşçi sınıfının öncü partisi, ancak sovyetler gibi kitlesel ve yığınların bizzat aktif çabalarına dayanan örgütlenmelerin olması durumunda, onların içinde önderlik rolünü gereğince yerine getirmeye çalışabilir ve böylece kendi asli görevini yürütebilirdi. 1905 devrim sürecinde ilk kez ortaya çıkan sovyetlerin önemini zamanında fark eden ve bizzat onun içinde çalışarak Petrograd Sovyetinin lideri konumuna yükselen Troçki ise, o dönemde hapishanede yazdığı yazısında şu değerlendirmeyi yapmaktaydı:
Bir yandan bizzat işçilerin diğer yandan gerici basının Sovyete “işçi hükümeti” adını vermesi, Sovyetin gerçekten de embriyo halindeki bir işçi hükümeti olması olgusunun bir ifadesiydi.
Sovyetle birlikte, modern Rus tarihinde demokratik iktidarın ilk kez sahneye çıkışına tanık olduk. Sovyet, bizzat kitlenin, kendi ayrı parçaları üzerindeki örgütlü iktidarıdır. O, daha alt ve daha üst bir yasama meclisi olmaksızın, profesyonel bir bürokrasiye sahip olmaksızın, ama seçmenlerin temsilcilerini her an geri çağırma hakkına sahip bulundukları gerçek demokrasiyi teşkil etmektedir.[2]
1905 devriminden 1917 devrimine dek, aradan gericilik yıllarının karışıklığı, moral bozukluğu, örgütsel dağınıklıkla dolu bir on iki yıl geçti ve sovyetlerin tarihsel rolü üzerine yapılmış, yazılmış bu önemli tartışmalar sanki unutuldu. Bu nedenle, 1917 Ekim Devrimine doğru ilerleyen süreçte Lenin, sovyetlerin önemini yine küçümseyen Bolşeviklerin tutumuna karşı partiyi yeniden uyarmak zorunda kaldı. Çarlığı deviren 1917 Şubat devriminin ardından kurulan Geçici Hükümet, Rusya’daki Bolşevik liderlik tarafından desteklenirken, henüz yurtdışında bulunan Lenin bu yanlış tutumu protesto ediyordu. Eleştirilerini dile getirdiği ve Uzaktan Mektuplar adıyla bilinen ünlü mektuplarından üçüncüsü, işçi sınıfının nasıl bir devlete ihtiyacı olduğu sorusunu yanıtlamaktaydı:
Bir devlete ihtiyacımız var. Fakat, burjuvazinin, anayasal monarşilerden en demokratik cumhuriyetlere varıncaya kadar her yerde yaratmış olduğu türden bir devlete değil.…
Bir devlete ihtiyacımız var, fakat burjuvazi için gerekli olan ve içinde polis, ordu ve bürokrasi (memurlar) gibi iktidar organlarının halktan kopuk ve ona karşı oldukları bir devlete değil.…
… 1871 Paris Komünü ile 1905 Rus devrimi deneyi tarafından gösterilen yolu izleyerek, proletarya, devlet iktidarının organlarını doğrudan kendilerinin almaları ve bu iktidar organlarını kendilerinin oluşturmaları için, halkın bütün yoksul, sömürülen kesimlerini örgütleyip silahlandırmak zorundadır.[3]
O dönemdeki Bolşevik yayın organı Pravda’nın editörleri, Lenin’in beş mektubundan yalnızca birincisini, üstelik kırparak yayınladılar. Anlaşılan, Lenin’in devrimci mücadelenin geleceğini ilgilendiren yaşamsal sorunlarda, kendi Bolşevik yoldaşlarına doğruları kabul ettirebilmesi için daha bir hayli ter dökmesi gerekecekti. Nitekim, Lenin Rusya’ya döndükten sonra, 4 Nisanda[4] Bolşeviklerin toplantısına Nisan Tezleri olarak bilinen görüşlerini sundu. Beş numaralı tez sovyetler sorununa ilişkindi:
Parlamenter cumhuriyet değil –İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nden buna geri dönmek geriye doğru bir adım olurdu–, aksine tüm ülkede, tepeden tırnağa bir İşçi, Kır İşçisi ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti.
Polis, ordu ve bürokrasinin kaldırılması.
Hemen hemen hepsi seçimle işbaşına gelen ve her zaman azledilebilir olması gereken tüm memurlara, kalifiye bir işçinin ortalama ücretinden fazla ücret ödenmemesi.[5]
Lenin’in görüşlerini Bolşevik Merkez Komitesi üyelerine kabul ettirmesi kolay olmadı; yalnız kaldı; tezlere itiraz edildi; fakat sonunda 24-29 Nisan tarihleri arasında toplanmış olan RSDİP(B) Yedinci Tüm Rusya Parti Konferansı tezleri onayladı. O dönemde Bolşeviklerin önde gelen isimlerinden Zinovyev’in, Kamenev’in, Stalin’in, ta ki Lenin onları ikna edinceye dek, kendi yanlış görüşleri temelinde gösterdikleri direnç hatırlanacak olursa, devrimci süreçlerde doğru görüşleri savunan liderlerin tarihsel önemi bir kez daha belirginleşir. Ve ilerleyen yıllar içinde Lenin’in ölümüyle birlikte Bolşevik Partisinin nasıl bir yol ayrımına geldiği, nasıl bürokrasinin pençeleri arasında can çekiştiği daha iyi anlaşılır.
Hatırlanacağı üzere, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı en önemli sonuçlardan biri de, işçi demokrasisinin emekçi kitlelerin yerel özyönetim organları olmaksızın tasavvur edilemeyeceği şeklindeydi. Bu zorunluluğun bilincinde olan Lenin, o nedenle Rusya’daki gelişmeleri bu açılardan irdeliyor ve örneğin 1917 Nisanında Petrograd Şehir Konferansındaki söylevinde, tüm Rusya’nın, bir mahalli özyönetim organları ağı ile kaplanmakta olduğuna dikkat çekiyordu. Lenin bu söylevinde; “Bir Komün, özyönetim organları biçiminde de varolabilir. Polisin ve daimi ordunun kaldırılması ve tüm halkın silahlanması; bütün bunlar, mahalli özyönetim organları ile gerçekleştirilebilir”[6] demekteydi.
1917 Şubatından Ekimine uzanan süreç, Çarlık iktidarının yıkılması, geçici devrim hükümetinde liberal burjuvazinin gerçek yüzünü sergilemesi, ülkede ikili iktidar temelinde yaşanan iktidar boşluğu, gerici güçlerin tehdidi, general Kornilov öncülüğünde girişilen başarısız bir karşı-devrim teşebbüsü, sovyet tipi örgütlenmelerin yaygınlaşması, kitlelerin hareketliliği, devrimci istemlerini yükseltmeleri gibi olaylarda somutlandı. Bu, aslında tarihin çok önemli bir kesitinin fiilen yazılmakta olduğu bir dönemdi. O nedenle de, devrimin önde gelen lideri Lenin’in zihnini en çok meşgul eden sorun kaçınılmaz olarak iktidar sorunuydu. 1917’nin Ağustos ve Eylülünde, Finlandiya’daki sürgün günlerinde, sonuçlarını Devlet ve Devrim kitabından okuduğumuz yoğun bir çalışma yürüttü. Kendini, Marksizmin devlet, devrim, iktidar gibi temel sorunlardaki yaklaşımını, reformizmin, oportünizmin kirlerinden arındırarak ortaya koymaya hasretti. Gerçek bir işçi demokrasisinin olmazsa olmaz koşullarını yeniden gün ışığına çıkardı.
Böylesi dönemlerde yalnızca genel doğruların ifade edilmesi asla yeterli değildir. Gerekli olan, o doğruları yaşamın canlı akışı içinde egemen kılabilecek somut hedeflerin belirlenebilmesidir. Bu yüzden, ortaya atılan her bir mücadele sloganının içinin doğru bir kavrayışla doldurulabilmesi gereklidir. O dönemin temel sloganı olan iktidar sovyetlere hedefinden ne anlaşılması gerektiği hususu bu durumun çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. Çünkü birileri bu slogandan pekâlâ, sovyetlerde önde gelen partilerin koalisyonuna dayanan bir hükümeti anlayabilir ve nitekim de öyle olmuştur.
İşte böylesi bir ortamda, 1917 Eylülünde kaleme aldığı Devrimin Temel Sorunlarından Biri adlı makalesinde Lenin, “iktidar sovyetlere” sloganının, sovyetlerde çoğunluğa sahip partiler tarafından kurulmuş bir hükümet olarak algılanmasının yanlışlığını eleştirmekteydi:
“Sovyetlerde çoğunluğa sahip partiler tarafından kurulmuş bir hükümet” demek, tüm eski hükümet aygıtı, tepeden tırnağa bürokratik, tepeden tırnağa anti-demokratik, hiçbir ciddi reformu, hatta sosyalist devrimciler ile menşeviklerin programında yer alan reformları bile gerçekleştirmekte yeteneksiz bir aygıt olarak kalmak üzere, hükümet bileşimi içindeki kişilerin değişmesi demektir.
“İktidar sovyetlere”, bu tüm eski devlet aygıtının, her türlü demokratik girişkenliği engelleyen bürokratik aygıtın kökten bir düzeltilmesi; bu aygıtın ortadan kaldırılıp, yerine yeni, halkçı, gerçekten demokratik bir aygıt, sovyetlerin, yani işçiler, askerler ve köylüler, örgütlü ve silahlı halk çoğunluğunun aygıtının geçirilmesi; halk çoğunluğuna, sadece milletvekillerinin seçimi için değil, ama devlet yönetiminde, reformların uygulanması ve toplumsal dönüşümlerde de girişkenlik ve bağımsızlık gösterme yetkisinin verilmesi anlamına gelir.[7]
Burada dikkat çekilen parti-sovyet ilişkisi, işçi sınıfı iktidarı ekseninde yürüyen tartışmalar bakımından özenle incelenmesi ve düşünülmesi gereken bir açılımdır. Bu konunun gözardı edilmesi halinde, Lenin’in takip eden günlerde gündeme getirmiş olduğu bazı önemli taktiklerin de yanlış anlaşılması mümkündür. Bu bağlamda değinmeyi gerekli gördüğümüz bir tartışma konusu, onun Eylül ayı ortasında Merkez Komitesine ve Bolşeviklerin Petrograd, Moskova komitelerine hitaben kaleme aldığı Bolşevikler İktidarı Almalıdır başlıklı mektubudur. Devrimin kaderini ilgilendiren kritik günlerin yaşanmakta olduğu, sovyetlerde örgütlü emekçi kitlelerin mücadelesinin ancak doğru bir önderlik varsa iktidar hedefine ulaşabileceği bir ortamda işleri oluruna bırakmak, örneğin “iktidar sovyetlere” demekle yetinip inisiyatif almaktan çekinmek devrimle oyun oynamak anlamına gelirdi. Kendi partisinin merkez ve bölge komitelerinde gözlediği tutukluğu, uzlaşmacılığı, korkaklığı öfkeyle teşhir etmekteydi Lenin.
Öte yandan, Bolşeviklerin sovyetlerin içinde, görüşleri, çalışma tarzları ve somut programatik istemleriyle siyasal hegemonya kurmaksızın, iktidar mücadelesinde doğrudan sorumluluk üstlenmeye çalışmaları da ya boş bir çaba ya da maceracılık anlamına gelecekti. Tüm bu hususları titizlikle irdeleyen Lenin, Bolşeviklerin sovyetler içinde doğru bir temelde ağırlık kazanmış olduklarına kanaat getirdiğinde, artık önderliğin gerektirdiği sorumluluğun üstlenilmesinin vaktinin geldiğini gördü ve o nedenle Bolşeviklere çağrı yaptı.
İçinde bulunulan koşulları, daha önceki günlerle, örneğin 3-4 Temmuz 1917’de yaşanan erken başkaldırı girişimi ve Bolşeviklerin sovyetler içindeki siyasal gücüyle karşılaştırmaktaydı Lenin. O konjonktürde Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin olumsuz siyasal tutumunun henüz sovyetlerde örgütlü kitle tarafından bilince çıkarılmamış olduğunu, bu nedenle o dönemde Bolşeviklerin öne atılabilmelerinin koşullarının olgunlaşmadığını belirtiyordu. Fakat aradan geçen günler olguları değişikliğe uğratmış ve artık inisiyatif üstlenmenin zamanı gelmişti. Nitekim Troçki de Rus Devriminin Tarihi’nde; “Bolşevizm ülkeyi fethediyordu. Bolşevikler karşı konulmaz bir güç haline geliyorlardı. Arkalarından halk yürüyordu” sözleriyle aktaracaktı bu durumu.[8]
Lenin’in ayaklanma konusundaki görüşlerine gelince. Onun yine Eylül ayı içinde Merkez Komitesine göndermiş olduğu Marksizm ve Ayaklanma adlı mektubunda, başarılı olunabilmesi için ayaklanmanın bir komploya ya da bir partiye değil, öncü sınıfa dayanması gereği vurgulanmaktaydı. Birinci önemli noktanın bu olduğunu belirten Lenin şöyle devam ediyordu:
Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. Bu ikincisi. Ayaklanma, gelişmekte olan devrimin tarihinde, halkın öncüsünün aktivitesinin en yüksek, düşman saflarda ve devrimin zayıf, yarım-gönüllü, kararsız dostlarının saflarında yalpalamaların en fazla olduğu bir dönüm noktasına dayanmalıdır. Bu üçüncüsü.[9]
O günlerde Petrograd’da, amacı sovyetlerin etkinliğini bertaraf edebilmek ve olayları burjuvazinin istediği biçimde Kurucu Meclis yoluna kanalize etmek olan bir “Demokratik Konferans” toplantı halindeydi. 14 Eylülde açılan bu konferans, kendi üyeleri arasından, Kurucu Meclisin toplanmasına dek ulusu temsil edecek olan bir “Ön-Parlamento” oluşturacaktı. Ön-Parlamentoya katılım sorunu Bolşevikler arasında önemli tartışmalara konu oldu ve bu amaçla 20 Eylülde bir parti konferansı toplandı. Fakat bu konferans “boykot” taktiğini reddettiği için sorun çözümlenemedi. Öte yandan Demokratik Konferansa katılan Bolşevik delegeler, 21 Eylül günü kapanıştan önce, Sovyetler Kongresinin acilen toplanması yönünde çağrı yaptılar. Bir gün sonra da Sovyetlerin Merkez Yürütme Komitesinde, kongrenin 20 Ekimde toplanması kararlaştırıldı. Henüz Bolşevik Parti de dahil hiçbir parti “Kurucu Meclis” sloganını gündemden kaldırmamıştı. Fakat farklı tarafların bu slogandan ne anladığı birbirinin tam zıddıydı. Troçki’nin dediği gibi, “burjuvazi Kurucu Meclisten Kornilov’u anlıyordu, Bolşevikler ise Sovyetler Kongresini”.[10]
Tarihin bu kesitini aktarırken, Troçki, sovyetler iktidarının bir düş, keyfi bir kurgu, parti kuramcılarının bir icadı olmadığını belirtiyordu. Ve o zamanki gerçekliği şu sözlerle dile getiriyordu: “Gerçekte sovyetler iktidar olmuşlardı. İşçiler, askerler, köylüler için başka yol yoktu. Sovyetler iktidarı hakkında zaman artık akıl yürütme ve itirazda bulunma zamanı değildi: onu gerçekleştirmek gerekiyordu.”[11]
Aynı günlerde Lenin, Bolşevik delegelerin Demokratik Konferansta genelde uzlaşmacı bir tutum sergilediklerini ve devrimci zamanlarda bu tür platformların, olağan dönemlere oranla farklı bir şekilde değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu belirtmekteydi. Artık değişen koşullar gereği “boykot” taktiğinin doğru olduğunu savunuyordu. Bu önemli günlerde ve böylesine önemli bir sorun çerçevesinde cereyan eden tartışmalarda Lenin’i anlayıp destekleyen kişi, uzun yıllar boyunca Bolşevik örgütlenme içinde onun yakınında bulunmuş Kamenev ya da Zinovyev değildi; Bolşevik Partiye 1917 Temmuzunda katılmış bulunan Troçki’ydi. Nitekim Lenin, Demokratik Konferansa katılan Bolşevik grubun tutumunu protesto ederken, boykotu destekleyen Troçki’yi kutlamaktaydı: “Troçki boykotu savundu. Bravo Troçki Yoldaş!”[12]
Uzun süren ve sancılı tartışmalarla yüklü günlerden sonra, sonunda Merkez Komitesi (Kamenev hariç), 5 Ekim günü Lenin’in önerisini kabul ediyor ve Ön-Parlamentodan çekilme kararı alıyordu. Bu karar aslında artık harekete geçmenin zamanının geldiğine ilişkin bir mesajdı. Fakat Lenin’in kendi Merkez Komitesiyle mücadelesi henüz sona ermemişti. Komite bu kez de kararlar almakla oyalanmaktaydı. Sovyetler Kongresinin toplanacağı 20 Ekimi beklemeyi kararlaştırmıştı. Ancak Lenin’e göre bu bekleyiş zaman kaybıydı ve öte yandan Sovyetler Kongresini beklemek doğru bir taktik değildi. O nedenle, Merkez Komitesi üyelerine, partinin Petrograd ve Moskova Komitesi üyelerine ve bu kentteki sovyet üyelerine hitaben sert bir uyarı yazısı (Kriz Olgunlaşmıştır) kaleme aldı. Şöyle seslenmekteydi: “Sovyetler Kongresini «beklemek» ahmaklıktır, çünkü bu kongre hiçbir sonuç vermeyecektir, hiçbir sonuç veremez!”[13] Lenin durumun vahametinin farkında olduğundan, görüşlerini kabul ettirebilmek ve Merkez Komitesini olabildiğince keskin bir şekilde protesto edebilmek amacıyla Merkez Komitesinden çekildiğini bildirdi. Gerekçesini açıklarken, komitenin can alıcı sorunlarda taleplerini yanıtsız bıraktığını, çok önemli değinmelerini ve önerilerini makalelerinden çıkarıp attığını belirtmekteydi.
Olayların akışı içinde dikkat çeken ve açıklığa kavuşturulması gereken bir başka husus da, Lenin’in, “sovyetler kongresi için beklememek” yönündeki görüşüdür. Bunun nedenleri doğru bir şekilde ortaya konmazsa, istismara açık bir tartışma konusuna dönüştürülür ve nitekim dönüştürülmüştür de. Bu bakımdan, her şeyden önce farklı nitelikteki sorunların birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Şayet tartışılması istenen hususlar, ayaklanmanın zamanı, hazırlığı ve yürütülmesiyle ilgiliyse, elbette ki irdelenmesi gereken pek çok nokta bulunabilir. Fakat burada dile getireceğimiz husus işin o yönleri değildir. Lenin’i, sovyetlerin yerine tek parti iktidarını ikame eden bir lider olarak göstermeye pek meraklı olanların, tarihsel gerçeklerin farklı yönlerini bir bulamaç haline getirip çarpıtmalarıdır.
Oysa Lenin, ayaklanma hazırlığının bir anayasal oyunla baltalanmasından çekinmekteydi. O nedenle de önce Kerenski’nin bertaraf edilmesinin ve Sovyetler Kongresinin ondan sonra toplanmasının doğru olacağını düşünmekteydi. Kısacası, Lenin’in “Sovyetler Kongresinin beklenmemesi” yolundaki önerisinin, sovyetlerin rolünün küçümsenmesi, onun yerine partinin ikame edilmek istenmesi şeklinde yorumlanabilecek tek bir karanlık noktası yoktu. Tam tersine, o, sovyetlerin artık “ancak bir ayaklanma organı, bir devrimci iktidar organı olarak gerçek bir anlam ifade edeceğini”[14] önce bizzat kendi partisinin Merkez Komitesini eleştiri bombardımanına tutarak adeta haykırmaktaydı. Bu arada Petrograd Sovyeti, Geçici Hükümetin karşı-devrimci ataklarına karşı askerlerin direnişini örgütlemek amacıyla Devrimci Askeri Komiteyi kurmuş ve birkaç gün sonra bu komitenin başkanlığına Troçki getirilmişti.
Uzun tartışmalar ve yaşanan krizlerden sonra, Lenin’in ayaklanma sorunuyla ilgili önerisi Merkez Komitesinin 10 Ekim toplantısında kabul edildi. Yapılan oylamada Zinovyev ve Kamenev aleyhte oy verdiler. Ve bu ikili, toplantıdan sonra Merkez Komitesinin kararına karşı bir bildiri hazırlayarak, partinin çeşitli komitelerinin üyelerine dağıttı. Bu durumda Lenin, onları sert bir biçimde suçlayan 17 Ekim tarihli Yoldaşlara Mektup başlıklı mektubu kaleme aldı. 18 Ekimde ise, Kamenev ve Zinovyev, ayaklanma girişimini eleştiren bir makaleyi Gorki’nin yayın organında yayınladılar. Lenin, kendisine saygısı olan hiçbir partinin saflarında grev kırıcılarının varlığına tahammül gösteremeyeceğini belirten bir mektupla, onların partiden ihraç edilmesini Merkez Komitesine önerdi. Bu arada Bolşevik yayın organının yazı işleri sorumluları, Lenin’in bu mektubunu yayınladıklarında, beraberinde onun sert üslubunu eleştiren bir yazıyı da bastılar. Ve bu işin sorumlusu Stalin’di. Sonuçta Merkez Komitesi, Lenin’in ihraçlara yönelik talebini kabul etmedi. İşte, Bolşevik Partisinin liderlik düzeyinde bu türden sıkıntıların yaşandığı bir ortam içinde, 24 Ekim akşamı Lenin, harekete geçmeyi geciktirmenin artık ölüm anlamına geleceğini belirtiyordu:
Yoldaşlar! Bu satırları 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum son derece kritik. Şimdi ayaklanmayı herhangi bir şekilde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceği gün gibi ortada. … Tarih, bugün muzaffer olabilecekken (ve kesinlikle muzaffer olacakken) yarın birçok şeyi yitirme, evet hatta her şeyi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak devrimcilerin geç kalmasını affetmeyecektir. … İktidarın ele geçirilmesi ayaklanma meselesidir; politik hedefi iktidarı ele geçirdikten sonra açıklık kazanacaktır. … Hükümet yalpalıyor. Son darbe indirilmelidir, ne pahasına olursa olsun! ... Eylemin gecikmesi ölümdür.[15]
Lenin’in bu satırları kaleme aldığı günlerde, Petrograd’da askeri alayların çoğu Devrimci Askeri Komitenin emrine girmiş ve Komite zaten 20 Ekimde fiili hazırlıklara başlamıştı. Yani siyasi devrim neredeyse büyük ölçüde kazanılmış gibiydi. Stalinist resmi tarihin unutturmak için elinden geleni ardına koymadığı önemli bir gerçeği de burada hatırlatmak gerekir. 25 Ekim zaferinde, Petrograd Sovyeti içinde örgütlü Bolşevik çoğunluk ve Petrograd Sovyeti adına Devrimci Askeri Komitenin başkanı Troçki’nin çabaları büyük ölçüde belirleyici olmuştur. Nitekim bu gerçek Lenin’in satırlarında açıkça dile getirilir: “Petrograd Sovyeti içinde çoğunluk Bolşeviklere geçtikten sonra, Troçki Sovyetin başkanlığına seçildi ve bu konuma sahip olarak 25 Ekim ayaklanmasını örgütledi ve ona önderlik etti.”[16]
Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimini inceleyen pek çok yazarı ve tarihçiyi, “bu nasıl bir devrim?” diye şaşkınlığa sürükleyecek durumun sırrı ise şurada yatmaktadır: Rus devrim süreci, Şubat 1917’de Çarlığın devrilmesiyle tarihte yeni bir dönemi başlatmıştır. Daha sonra, inişleri çıkışlarıyla birlikte Ekim 1917’ye ilerleyen devrim, sovyetlerde örgütlü işçi ve asker temsilcilerinin çeşitli burjuva partilerinin içyüzünü kavramaları ve artık Bolşevikleri desteklemeleriyle yeterince olgunlaşmıştır. Sonunda, meyve gerekli itilimle kolayca dalından düşüvermiştir. Nitekim Rus Devriminin Tarihi’nde, Şubat devriminden Ekim Devrimine ilerleyen sürecin tüm önemli ayrıntılarını aktaran Troçki, sıra 25 Ekim tarihine geldiğinde durumu şu sözlerle özetler:
Bu kitapta Ekim ayaklanmasının hazırlanmasını adım adım izlemeye çalıştık: işçi kitlelerinin artan huzursuzluğu, sovyetlerin Bolşevizmin bayrağı altında toplanması, ordudaki gerginlikler, köylülerin soylu mülk sahiplerine karşı yürüyüşe geçmeleri, ulusal hareketin taşma noktasına gelmesi, mülk sahipleri ve yöneticilerde endişe ve kargaşanın artması, son olarak Bolşevik Parti içinde ayaklanma konusundaki iç mücadele. Tüm bunlardan sonra, bu gelişmelere nokta koyan ayaklanma olayların tarihi çapına cevap vermiyormuş gibi, çok kısa, çok kuru, çok pratik görünebilir. Okuyucu bir tür hayal kırıklığına uğrar. Önünde hâlâ aşacağı büyük güçlükler olduğunu düşünürken, kendini birdenbire zirvede veya çok yakınında bulan bir dağcı gibidir.[17]
“Ekim ayaklanması halk kitlelerinin bir hareketi olmadı. Yukarıda, kulislerde çalışan önderlerin eseriydi” diyen yaklaşımları ise şöyle eleştirecektir Troçki:
… görünmez kitleler her zamankinden daha fazla olayların ritmine uygun hareket ediyorlardı. Fabrikalar ve kışlalar semt karargâhlarıyla, semtler de Smolnıy’la bir an bile bağlantıyı kaybetmiyorlardı. Kızıl Muhafız müfrezeleri fabrikaların desteğini arkalarında hissediyorlardı. Kışlaya geri dönen devriyeler yeni nöbetçileri hazırlanmış, kendilerini bekler buluyorlardı. Devrimci birlikler ancak arkalarında böylesine büyük rezervler olduğundan hedeflerine ulaşmak için güvenle yürüyüşe geçebilmişlerdi. Buna karşılık, dağılmış, kendi tecrit olmuşluklarıyla baştan yenilmiş hükümet kuvvetleri direniş gösterme fikrini bile reddediyorlardı. Burjuva sınıflar barikatlar, yangınlar, yağmalar, oluk oluk kan bekliyorlardı. Gerçekte, tüm dünyanın homurtusundan bile daha korkunç bir sessizlik hüküm sürüyordu. Sosyal alan sanki bir döner sahne gibi, sessizce hareket ediyor ve halk kitlelerini ön plana çıkartıp dünün efendilerini öbür dünyaya yolluyordu.[18]
Evet, belirleyici an gelmişti. Daha önce 20 Ekimde toplanması kararlaştırılan Sovyetler İkinci Kongresinin tarihi 25 Ekime ertelenmiş ve Bolşevik Merkez Komitesi, kongrenin açılışından önce Geçici Hükümete belirleyici darbeyi indirmeye karar vermişti. 25 Ekim sabahı (Batı takvimine göre 7 Kasım sabahı) erken saatlerde Bolşevik kuvvetler Petrograd’da harekete geçti ve kentin kilit noktaları işgal edildi. Öğleden sonra Petrograd Sovyetinde yaptığı konuşmada Lenin, “işçi ve köylü devriminin” zaferini duyurdu. Fakat hükümet henüz Kışlık Saraydaydı; Sovyet Kongresi daha başlamamıştı. Akşam dokuzda Kışlık Saraya karşı operasyon başlatıldı; İkinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi ise gece on birde açılabildi. 649 kongre delegesinin 399’u Bolşevikti, böylece kongrenin gündemini Bolşevik çoğunluk belirleyebiliyordu. 26 Ekim günü sabaha karşı Kışlık Saray düştü; Geçici Hükümetin bazı bakanları tutuklandı; Başbakan Kerenski ise yurtdışına kaçtı. Kongre, Geçici Hükümetin düştüğünü ve iktidarın sovyetlere geçtiğini ilân etti; Lenin’in önerisine dayanarak, Barış ve Toprak sorununa ilişkin kararnameleri görüştü ve kabul etti. Ayrıca kongre kapanıştan önce, Tüm Rusya Sovyetler Kongresinin ve onun Yürütme Komitesinin otoritesi altında çalışacak ilk İşçi ve Köylü Hükümeti olan Halk Komiserleri Konseyinin (Sovnarkom olarak adlandırılır) kurulmasını onayladı.
Yeni hükümet hemen çalışmalarına başlayıp, Rusya’daki Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sanayide İşçi Kontrolü, Seçmenlerin Seçilmiş Temsilcileri Geri Çağırma Hakkı gibi pek çok kararname çıkartarak ekonomik, siyasal ve kültürel yaşama ilişkin yeni yasal düzenlemeleri yaptı. Sovnarkom’un bu bağlamda yayınladığı kararnameler arasında Ordunun Demokratikleştirilmesine ilişkin olanları çok önemli dönüşümler getirmekteydi. Örneğin, askeri birliklerde iktidarın asker sovyetlerine ait olması; ordu içinde subayların artık seçimle işbaşına getirilmesi; generallik de dahil olmak üzere onbaşılıktan itibaren tüm rütbelerin ve askeri sıfatların kaldırılması; bu türden ayrımlara işaret eden her türden süsleme ve işaretin kaldırılması; askeri selamlamanın kaldırılması vb. gibi. Böylece Rusya’nın tarihinde eski dönem kapanıyor ve tüm dünya tarihini etkileyecek yeni bir dönem açılıyordu.
Bir işçi demokrasisinin gerçekleştirmek zorunda olduğu tüm bu dönüşümler, ne yazık ki aradan kısa bir süre geçtikten sonra “yalnız kalan devrim”in çaresizliği ve iç savaşın kızgın ateşi karşısında yavaş yavaş erimeye başlayacaktı. Kuşkusuz ki bu durumun tarihsel açıdan anlaşılabilir ve açıklanabilir nesnel nedenleri bulunmaktaydı. Fakat daha sonra köprülerin altından daha nice sular akacak ve SSCB Stalin’in egemenliği altında içte yürüyen bürokratik karşı-devrimle despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşecekti.
Ancak biliyoruz ki, Ekim’in yaktığı ateş işçi sınıfının mücadele tarihi içinde hâlâ yanmayı sürdürüyor. Dünyanın her yerinde bugünkü işçi kuşaklarına, komünistlere düşen görev bu ateşi körükleyip, insanlık düşmanı kapitalist sisteme artık bir son vermektir.
Yaşasın Büyük Ekim Devrimi!
Yaşasın onun sönmeyen ve söndürülemeyecek ateşi!
ILO: Üç Yüz Milyon Genç ya İşsiz ya Yoksul