You are here
Artan Yoksulluk ve Sefalet Kapitalizmin Gerçeğidir
Oktay Baran
Mayıs ayının sonlarında çeşitli burjuva köşe yazarları, DİE’nin yayınladığı istatistiklerden yola çıkarak ülkenin mevcut durumu hakkında yorumlarda bulundular. Kimi, uygulanan IMF destekli programın yapısal bir dönüşüm programı olduğunu vurgulayarak işlerin kısa olmasa bile orta vadede düzene girebileceği hayalini pompalamaya devam etti. Kimi, mevcut istatistiksel verileri kapitalizmi aklamak için yorumlayarak “kötü gidişatın” tüm sorumluluğunu kayıtdışı ekonomiye ve burjuvaların ödediği “yüksek vergi ve primler”e bağlayıverdi. Bazıları da, kapitalizmi aklamanın bir başka yolu olan sosyal-demokrat görüşlerden hareketle mevcut kötü göstergeleri, kapitalizmin işleyiş yasalarına değil de, hükümetin uyguladığı politikalara, IMF’ye ve hatta “olumsuz küresel eğilimler”e bağlayarak daha devletçi, daha sosyal politikaların gereğine işaret ettiler.
Tıpkı işsizlik sorununda olduğu gibi, artan yoksulluk konusunda da sağcısıyla solcusuyla, devletçisiyle liberaliyle burjuva ideologlardan başka türden bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir. Onlar her fırsatta sorunun göze batan yanlarına işaret etmekle birlikte asla meselenin özüne değinmezler, değinemezler. Marksist yaklaşımın geçerliliğini yitirdiğine dair tüm ısrarcı açıklamalara rağmen, toplumsal-ekonomik sorunların gerek dışsal görünümlerini gerekse de özlerini tutarlılıkla ve bilimsel bir temelde açıklayabilen tek anlayış Marksizmdir. Geçen yüzyılda, ünlü edebiyatçı Mark Twain, “ölümüme dair gazete haberlerini çok abartılı buluyorum” demişti. Bunun gibi burjuva ideologların defalarca ölüm ilanını verdikleri Marksizm de somut olaylar ve istatistiksel veriler tarafından defalarca doğrulandı ve doğrulanmaya devam ediyor.
Yoksulluk ve açlık artarak yaygınlaşıyor
Devlet İstatistik Enstitüsünün “Hanehalkı İşgücü Anketi”yle bağlantılı olarak hazırladığı “Yoksulluk Çalışması 2003” adlı istatistik, Mayıs ayı içerisinde yayınlanmıştı. Tıpkı işsizlik sorununda olduğu gibi, yoksulluk sorununda da burjuva ideologlar, büyüyen ekonomiye, artan milli gelire, rekorlar kıran ihracata ve son 30 yılın en düşük enflasyon oranına rağmen bu toplumsal “hastalık”ların nasıl olup da azalmadığını, bilakis arttığını açıklamaya çalıştılar. Kimileri soruları sorup yanıt vermekten kaçınırken, içlerinde en liberal geçinen burjuva iktisatçılar, bunun gayet normal bir durum olduğunu, başka türlüsünün düşünülemeyeceğini, global dünyaya entegrasyon açısından gerekli yapısal dönüşümlerin bu tür sonuçları beraberinde getireceğini yazıp çizdiler. Yaklaşımlarının merkezine bireysel çıkarı ve bencilliği koyan bu liberal anlayışa kalırsa, toplumsal sorunlar diye adlandırılan sorunlar, bireyin yetersizliğinden, vasıfsızlığından, eğitimsizliğinden kaynaklanıyordu ve yapacak bir şey de yoktu!
İşin aslında, burjuva liberaller tarihte hiç olmadıkları kadar pervasızca konuşabiliyorlar. SSCB’nin çöküşünden bu yana burjuvalar ve onların uşağı durumundaki burjuva iktisatçılar ve profesörler hiç olmadığı kadar kendilerine güven duyuyorlar. O denli ki, daha geçenlerde bir burjuva profesör, bu ülkede asgari ücretin gerçek bir asgariyi yansıtmadığını ve yaklaşık yarı yarıya azaltılması gerektiğini büyük bir soğukkanlılıkla ve kendine güvenle açıklayabiliyordu.
Peki DİE’nin araştırması hangi gerçekleri açığa çıkarıyor? Bu soruya bir yanıt vermeden hemen önce aslında hangi gerçekleri saklıyor diye sormak gerekir. Nitekim DİE’nin yoksulluk ve açlık sınırı olarak tanımladığı verilerle gerçek yaşam arasında kapanması imkânsız bir uçurum mevcut. DİE, yoksulluğu, “gıda, giyim ve barınma gibi olanakları bireylerin yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalması” durumu olarak tanımlıyor. Ve kuşkusuz bu tanıma göre belli bir parasal düzeyden hareket ediyor. Bu tanımın içerisinde, yakacak, eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme masrafları olmadığı gibi, eğlence, tatil ve kültürel gereksinimlere haliyle hiç değinilmiyor bile. DİE yalnızca “gıda, giyim ve barınma” masraflarından yola çıkarak, 2003 yılında, dört kişilik bir aile için 417 milyon liralık bir yoksulluk sınırı belirlemiş. Yine dört kişilik bir aile için 168 milyon liralık açlık sınırı tayin edilmiş. Demek ki, dört kişilik bir aileyi 168 milyon lira ile doyurmak mümkünmüş! Hatta kira ve giyecek masraflarını da eklediğimizde 417 milyon lira ile dört kişilik bir aile kıt kanaat da olsa geçinebilirmiş! Yine DİE bir kişi için yoksulluk sınırını aylık 186 milyon lira olarak saptamış. Demek ki, 2003 yılında, asgari ücret alan bir işçi yoksulluk sınırının üstünde bir yaşam standardı tutturabiliyormuş!
Çeşitli işçi sendikaları da aylık olarak yoksulluk ve açlık sınırı hakkında birtakım veriler açıklıyorlar. Bu açıklamalar arasında tam bir çakışma olmasa da, hepsinin ortak tarafı, DİE’nin açıkladığı sınırların yaklaşık 3 katını işaret ediyor olmaları. Türk-İş, KESK, Kamu-Sen, Hak-İş konfederasyonlarının açıkladıkları rakamların ortalamasına bakıldığında ortaya çıkan tablo şudur: 2003 yılında açlık sınırı dört kişilik bir aile için ortalama 420 milyon lira iken, yoksulluk sınırı da 1 milyar 250 milyon lira civarındaydı! Bir başka deyişle DİE’nin resmi yoksulluk sınırı olarak saptadığı 417 milyon lira, çok daha gerçekçi olan sendikaların araştırmalarında tam da açlık sınırına tekabül ediyor!
DİE’nin gıda yoksulluğu (açlık) tanımı ise daha çileden çıkarıcı: “Bir ferdin günlük asgari 2100 kalori almasını sağlayacak peynir, ekmek, süt gibi 80 maddeden oluşan gıda paketini edinememe durumu.” Günlük 2100 kalori! DİE bu veriyi hangi sözde tıp uzmanlarından aldı bilmiyoruz, ancak bildiğimiz bir şey var ki, ortalama fiziksel aktivite içindeki bir yetişkinin günlük 3000-3500 kalori civarında enerji alması gerekiyor. Ortalama bir ağır sanayi işçisinin alması gereken günlük enerji ise 4500-5000 kalori civarında. Bir başka deyişle DİE’nin saptadığı miktarın iki katından fazla.
DİE’nin açıkladığı yoksulluk ve açlık çekenlerin sayısı ve oranı son derece çarpıcı. DİE’nin yukarıdaki 417 milyon liralık yoksulluk sınırı ve 168 milyon liralık açlık sınırı veri alındığında bile, 2003 yılında Türkiye’de 19,5 milyon kişi resmi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu tüm nüfusun neredeyse üçte biri. Yine aynı yıl 900 bin insan resmi açlık sınırının altında kalmış. Oysa gerçek açlık sınırı olarak sendikaların saptadığı miktarı alırsak, bu ülkede 20 milyona yakın insanın dengeli ve yeterli beslenmeden uzak yaşadığını, açlık çektiğini görürüz.
Kapitalizmin çirkin yüzü bununla kalmıyor. Bir önceki yılla karşılaştırıldığında durumun her geçen yıl daha da kötüye gittiği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Dahası bu tablo, yoksulluğun, ekonominin derin bir bunalıma sürüklendiği 2001 yılındakine ve krizin etkilerini taşıyan 2002 yılındakine göre bile bir artış içerisinde olduğunu gösteriyor.
2002 | 2003 | |||
kişi x1000 | yüzde | kişi x1000 | yüzde | |
yoksulluk sınırı altındakiler | 18.441 | 26,96 | 19.458 | 28,12 |
Aslında bu tablo burjuvaziyi de kaygılandırmıyor değil. Ne var ki, burjuvazinin bu tablo karşısında yapabileceği fazla şey yok. Sorun onun izlediği politikalardan değil, kapitalizmin kendisinden kaynaklanıyor. Bu nedenle de burjuvazi, yapabileceği tek şeyi yapıyor: İşçi ve emekçi hareketi üzerindeki baskıyı arttırmak. Son Milli Güvenlik Konseyinde uzun bir aradan sonra devrimci örgütlerin öncelikli ulusal tehdit olarak saptanması hiç de rastlantı değildir. Burjuvazi kendi hazırlıklarını yapıyor!
Toplumsal kutuplaşma artıyor
Türk ekonomisinin son üç yılda yaklaşık olarak yüzde 25 büyüdüğü söyleniyor. Ancak buna paralel olarak, işsizlik, yoksulluk ve açlık, yani tek kelimeyle sefalet de artıyor. Bir yandan sermaye ve zenginlik, sayısı gittikçe azalan kişilerin elinde yoğunlaşıp artarken, diğer yandan sefalet yaygınlaşıyor, toplumun büyük bir çoğunluğunun yaşantısının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. 2003 yılının sonbaharında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) hazırladığı rapor, kapitalist Türkiye’de küçük-burjuvazinin nasıl erimekte olduğunun, zenginliğin nasıl giderek daha az sayıda insanın elinde toplandığının da apaçık kanıtı durumundadır. Bu rapora göre, bankalardaki yaklaşık 76 milyon mevduat hesabının 74 milyonundan biraz fazlası 0-10 milyar lira arasında bir mevduata karşılık gelirken, 1 trilyon liranın üzerinde bir mevduata sahip olanların sayısı toplam 8453 gerçek ve tüzel kişidir.
Hesap sayısı (adet) | 0-10 milyar TL | 11-50 milyar TL | 51-250 milyar TL | 251 milyar-1 trilyon TL | 1 trilyon üzeri | Genel toplam |
Yurtiçinde yerleşik kişiler | 74.203.392 | 1.377.321 | 348.578 | 32.352 | 8.453 | 75.971.096 |
Bu tablodaki 8453 mevduat hesabındaki toplam mevduat 35 katrilyon lira iken, 74 milyon mevduat hesabındaki toplam mevduat ancak 23 katrilyon liradır. Bu en zenginlerin ortalama mevduatı 4 trilyon lira iken, 74 milyon gerçek ve tüzel kişinin ortalama mevduatı 310 milyon liradan ibarettir! Buna ek olarak, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün önemlice bir kesiminin bankalarla bir işi olmadığını, kamuoyunda tanınan “meşhur zenginler”in servetinin ise mevduat hesaplarındakinden misliyle fazla olduğunu düşündüğümüzde, toplumsal kutuplaşmanın hangi boyutlarda olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.
Ekonominin büyüdüğü dönemlerde bile işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın artarak yaygınlaşması, birçoklarında ortada bir hesap hatası olduğu izlenimini uyandırabilir. Kimileri buradan yola çıkarak aslında ekonominin büyüdüğünün bir yalandan ibaret olduğu sonucunu da çıkarabilir. Bazıları da bu anormalliğin geçici ya da arızi bir durum olduğu, eninde sonunda ekonomik büyümeyle birlikte işsizlik, yoksulluk ve açlığın da azalacağı düşüncesiyle kendisini ve daha da önemlisi emekçileri kandırmayı tercih edebilir. Ama gerçekte ne ortada bir hesap hatası vardır, ne ekonominin büyüdüğü yalandır, ne de bu durum geçici ya da arızi bir durumdur. Tam tersine bu anormallik kapitalizmin normal işleyişinin kaçınılmaz sonucudur.
Kimi sosyal-demokratlar bu sorunları neo-liberal politikalara, “küreselleşme”ye ya da uygulanan IMF destekli ekonomik programlara bağlayarak işin içinden sıyrılabileceklerini zannediyorlar. Oysa bu sorunların sözü geçen uygulamaların sona erdirilmesiyle ortadan kalkacağını savunmak tastamam sahtekârlıktır. Kuşkusuz ki neo-liberal saldırılar, IMF programları vb. uygulamalar, emeğin sömürü derecesini ve onunla birlikte de yoksulluğu, açlığı ve işsizliği daha da arttırmaktadır. Ancak kapitalizm devam ettiği sürece, ister liberal politikalar uygulansın ister devletçi politikalar, emeğin sömürülmesi olgusundan ve dolayısıyla kronik ve yaygın işsizlik ve yoksulluk belâlarından kurtulmak mümkün değildir.
Marksizm ve yoksullaşma
Rakamların da çıplak biçimde ortaya koyduğu kapitalizm gerçekliğine rağmen, sağcısıyla “solcu”suyla burjuva ideologlar Marksizmi “çürütmek” adına ter dökmekten vazgeçmediler.
Kapitalizmde işçi sınıfının artan bir sefalet yaşamadığı, tersine yaşam standartlarının yükseldiği ileri sürüldü. Artık “Marx’ın zamanındaki gibi” paçavralar içinde gezinen, fabrika köşelerinde ya da barakalarda yaşayan, günde 18 saat çalışan işçiler yoktu! Oysa Marksizm işçi sınıfının mutlak anlamda sürekli yoksullaşacağından hiçbir zaman söz etmemiştir. Hatta ekonomik gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının yaşam düzeyinin geçmiş dönemlere oranla bir ölçüde yükselmesi de pekâlâ mümkündür. Aslında revizyonistlerin ve burjuva iktisatçıların “yoksullaşma” olgusu bakımından en sahtekârca davrandıkları nokta yoksullaşmayı bireyin mutlak yoksullaşması olarak ele almalarıdır.
Meselenin püf noktası şurada yatıyor ki, Marx işçilerin yaşam standartlarında yerel, kesimsel, geçici ve dönemsel bir iyileşmenin olabileceğini hiçbir şekilde reddetmediği gibi ve sefaletin artışının yalnızca mutlak olarak değil, nispi yani göreli olarak ele alınması gerektiğini de döne döne vurgulamıştı. Büyüyen İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor:
… kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler. […]
Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.” Genel esprisi itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu da.
Gerek revizyonistler gerekse de burjuva iktisatçılar, Marx’ın bilimsel çözümlemesini, “ücretli emekçilerin artan sefaleti”, “orta sınıfların (küçük-burjuvazinin) yok oluşu” gibi karikatürize edilmiş tezlere indirgemişlerdi. I. Dünya Savaşına kadar süren barışçıl gelişme döneminde, ardından 1923-29 döneminde ve son olarak da 1950-1970 döneminde bu eleştiriler son derece revaçta idi.
Ama bu burjuva safsatalar maalesef yalnızca burjuva üniversitelerinin kürsülerinden, burjuva gazetelerin köşelerinden ya da medyanın ekranlarından yansımakla kalmadı. II. Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa ve ABD’de ekonomik yükseliş ve işçi sınıfının belli kesimlerinin konjonktürel olarak artan ortalama yaşam standartları, Marksist geçinen birçoklarını da Marx’ın kapitalizm eleştirisini revize etmeye yöneltti. Yine burjuva üniversitelerinin kürsülerinden bu kez Marksist etiketi takmış akademisyenlerden yukarıda dile getirdiğimiz liberal tezleri duyar olduk.
Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı. (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı)
Emekçinin artan sefaleti, yoksullaşmanın ve toplumsal kutuplaşmanın artışı ve küçük-burjuvazinin erimesi olguları Marksizm tarafından enine boyuna incelenmiş ve hiç de burjuva ideologların savunduğu gibi mutlak ve tek yanlı yasalar olarak konulmamıştır. Biz yine de her teorinin son ve yeri doldurulamaz testi olan pratiğe bakalım. Doğrusu kapitalizmin tarihi Marx’ın tespitlerini doğrulamak konusunda hiç de cimri davranmamıştır.
İşte son verilerden biri: 2002 yılında Dünya Bankasının yaptığı bir araştırma. Bu araştırma, tüm dünyada zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü gözler önüne seriyor. Araştırmaya göre 1988-1993 yılları arasında zenginler ile yoksullar arasındaki eşitsizlik yüzde 5 oranında artmış! Dünya nüfusunun yüzde 1’i, tüm insanlığın yüzde 60’ından daha fazla bir gelire sahip. Böylesi muazzam eşitsizliğin en had safhada yaşandığı ülkeler ise sırasıyla ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere ve Çin. İlk sıralarda yer alan ülkelerden de anlaşılacağı gibi, kapitalizmin en gelişmiş olduğu ve en büyük ekonomiye sahip ülkelerde toplumsal kutuplaşma çok daha yoğun ve belirgin durumdadır. Marksizmin toplumsal kutuplaşma ile kastettiği gerçeklik budur.
Yine aynı dönemde, burjuvaların gelirleri yüzde 12’lik bir artış gösterirken, emekçi sınıfların gelirlerinde yüzde 25’lik bir azalma yaşanmış. Marksizmin emekçilerin artan sefaleti ile kastettiği gerçekliğin bir boyutu budur.
Aynı araştırma, “en çok endişe veren” durum olarak da “orta sınıfın yokluğu”nu dile getiriyor. Marksizmin, proleterleşme eğilimi olarak adlandırdığı durum da budur.
Üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen Marksizmin kapitalizm eleştirisini çürüten tek bir teori bile geliştirilebilmiş değildir. Troçki’nin Zamanımızda Marksizm adlı makalesinde dile getirdiği gibi:
Eğer teori gelişimin rotasını doğru bir biçimde kestirebiliyor ve geleceği öngörebiliyorsa, isterse binlerce yıl yaşında olsun, zamanımızın en ileri teorisi olarak kalır.
Sendikal Mücadeleye Militan Yaklaşım