You are here
İşsiz İşçiler
Elif Çağlı
İşçi sınıfının kapsamını belirlerken nesnel hareket noktasını oluşturan işgücünü satmak kriterinin, işçinin kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı anlamına gelmediğini biliyoruz. İşsizlik sorunu, burjuva iktisatçıların suçu kapitalist düzenin sırtından başka yerlere yıkmak amacıyla kasıtlı olarak gösterdikleri gibi, yanlış ekonomik politikaların ya da işçi sendikalarının yükselen ücret taleplerinin vb. ürünü değildir. Gerçekte, işsiz bırakılmış bir emekçi nüfusu üretmeyen, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları –örneğin kadın işçiler gibi– yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi nüfusu yaratır.
Ek işçi istihdamını mümkün kılmak ve de çalışmakta olanları muhafaza edebilmek için, artan oranda sermayeye ihtiyaç vardır. Oysa rekabet ve merkezileşme koşullarında sermayenin büyümesi, daha çok makineleşme ve sonuç olarak toplam sermaye içinde işçi ücretlerine ayrılan değişen sermayenin görece küçülmesi sonucunu doğurur. Böylece, çalışan işçiler kendi ürettikleri sermaye birikimiyle birlikte, bir artı-nüfusu da üretmiş olurlar; bu durum kapitalist birikim sürecinin bir yasasıdır.
“Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiilî nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi kitlesi yaratır.”[1]
Önemle vurgulanması gerekir ki, işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde etkide bulunur. Örneğin, çalışan işçilerin fazla mesai düzenini sürdürmeleri sınıfın işsiz kesimini büyütür. Fakat yedek sanayi ordusunun yarattığı basınç da hem ücretleri aşağı çekerek işçileri daha çok çalışmak ve hem de sermayenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakır. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı, kapitalist ekonominin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde, faal işçi ordusunun kapitalistlere karşı yükselttiği istemleri baskılar. Aşırı-üretim ve coşkunluk dönemlerinde bindirdiği basınç biraz azalsa da, yine de dizginleyici bir faktör oluşturur. İşte bu nedenle Marx, “nispî artı-nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispî artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içerisinde tutar” demektedir.[2]
Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa dikkat çekmiştir:
“İşçiler ... aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı-nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, «ebedi» ve sözde «kutsal» arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu yasanın «uyumlu» çalışmasını bozar.”[3]
Özetle, iş güvencesi olmayan küçük atölyelerde son derece elverişsiz koşullarda çalışan ya da evlerde fason iş yapan işçilerle, işsiz yığınların aslında işçi sınıfının kapsamı içinde olduğunu ve bu kesimlerin de mutlaka önemsenmesi ve örgütlenmesi gerektiğini belirten eleştirilerin muhatabı Marksizm olamaz. Ancak, sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin başını çekebilecek unsurlarla, sınıf hareketinin düzene karşı yönelebilecek kitlesel yıkıcı potansiyeli arasındaki ayrım da önemsiz değildir. Devrimci bir önderlikten yoksun olarak patlayan kitle hareketleri, en yoksul ve en ayrıcalıksız kesimlerin içinde birikmiş haklı öfkeyi dışa vuruyor olsa da, başarıya ulaşma şansına sahip değildir. Bu husus çeşitli deneyimlerle kanıtlanmış ve Marksist teori tarafından ifade edilmiştir. Bu nedenle işçi sınıfı içindeki farklılıkları, bir cins “işçici” popülizm akımının gerekçesi olacak biçimde kullanan eğilimler Marksizme yabancıdır.
İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir. Üstelik işsizler homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden oluşur.
Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla; küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz değildir.
Marx nispî artı-nüfusun farklı biçimlerini ayırt ederken, bu nüfusun mümkün olan her biçimde var olduğunu belirtiyordu. “Her işçi, ancak burada, yarı ya da tam işsiz olduğu zaman yer alır. Sınaî çevrimin değişen evrelerinin zorladığı, bunalım sırasında had, durgun zamanlarda tekrar kronik bir durum alan büyük devresel biçimler dikkate alınmazsa – daima üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun.”[4] Akıcı biçimle geçici süre işsiz kalan işçiler; saklı ile kentin ihtiyacı olan yeni işçi talebini karşılayacak kırsal kesimin gizli işsizleri ve durgun biçimleyse, ev sanayii ve küçük atölyelerdekiler gibi bir işte çalışmalarının son derece düzensizlik gösterdiği işçiler kastedilmektedir. Bunun dışındaysa, lumpen proletarya olarak nitelenen en dipteki tortu ve Marx’ın yine üçe ayırdığı bir işsizler topluluğu vardır.
“Nispî artı-nüfusun en dipteki tortusu, nihayet, sefalet alanında bulunur. Serseriler, suçlular, orospular, tek sözcükle «tehlikeli» sınıflar dışında, bu toplum katı, üç kategoriyi kapsar, önce, çalışabilecek durumda olanlar. ... İkincisi, yetim ve öksüz çocuklarla, fakir fukara çocuklar. ... Üçüncüsü ahlâk düşkünleri, zavallılar, çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler; normal işçi yaşını aşan kimseler; sayıları ... artan sanayi kurbanları, sakatlar, hastalıklılar, dullar. Yoksulluk, faal işçi ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispî artı nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu teşkil eder.”[5]
Görülüyor ki, işsizler topluluğu homojen olmayıp, onun farklı kategorileri sınıf mücadelesi içinde tutabileceği yerler bakımından birbirinden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinde elbette ki Marx’ın “akıcı” diye nitelediği geçici işsizlerle, “tehlikeli” diye adlandırdığı tortuyu aynı kapsamda değerlendirmek yanlıştır. Büyük işletme deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek, birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır.
“Üçüncü Dünya” ülkelerine özel bir ilgi ve sempati besleyen “Marksistler” olduğu gibi, emperyalist ülkelerin “alt proletarya”sına birincil derecede devrimci misyonlar yüklemiş olan “Marksistler” de mevcut. Bunların yazılarında, bizce Marx’ta genel hatlarıyla aydınlatılmış bulunan bir bütünün keyfî biçimde kopartılmış bir parçasına, üstelik de yanlış temellerde gösterilen ilgi, neredeyse bir uzmanlık alanına dönüştürülüyor. Bu gibi yaklaşımları onaylamadığımızdan, kimi Batılı Marksistlerin çok özel bir yer ayırdıkları “alt proletarya” benzeri konular üzerinde uzun boylu durmuyoruz. Yalnızca, tartıştığımız sorunları ilgilendirdiği kadarıyla belirtecek olursak, aslında bu “alt proletarya” kavramının içeriği ve siyasi niteliği konusunda çeşitli yorumlar söz konusudur. Fakat genel hatlarıyla bu kavram temelinde yürütülen tartışmalar, geri kalmış ülkelerden kapitalist metropollere göç eden ve böylece emperyalist ülkelerdeki gettolarda, sürekli bir işe sahip olmaksızın, eğitimsiz, yoksul ve siyasi anlamda marjinal nüfusun olası tutumları etrafında dönmektedir.
Bu gibi kesimler, kapitalist toplumun içerdiği önemli bir realitedir; asla göz ardı edilemez. Fakat, işçi sınıfının nesnel ve öznel açıdan bütünsel kavranışının parçalanmasıyla öne fırlatılmak istenen ve hiçbir bakımdan öncü nitelik taşımayan şu ya da bu kesim üzerine teoriler inşa etmek de doğru bir tutum değildir. Öte yandan, işçi sınıfının işsiz kesiminin en dibinde yer alan ve aslında insanların bir bölümünü uçuruma iten kapitalizmin insanlık dışı yüzünün sergilendiği lumpen proletarya olgusu, sosyal bir gerçeklik olarak asla küçümsenemez.
İşçi sınıfının tortusu, parlak ışıklar altında görünen kısmıyla cicili bicili vitrinler sergileyen kapitalist sistemin, karanlıklara boğulmuş dipteki gerçekliğinden başka bir şey değildir. Tıpkı Marx’ın “Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” diyerek dile getirdiği gibi.[6] Kapitalizmin yarattığı sefaletin boyutları karşısında duyarlı olmak ve bunu ifade etmek devrimci tutumun doğal harcıysa da, insanlığın yakasını bu belâlı düzenden kurtarabilmesi için yürütülen mücadele, siyasi gerçeklerin hafife alınmasını affetmeyecek ciddi bir iştir.
İşçi sınıfının sendikalı kesimini ya da işli kesimini ayrıcalıklı kabul ederek, bu kesimin devrimci potansiyelini yitirdiğini iddia edenlerin ileri sürdüğü sav, bu işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin de olduğu yolunda. Küçük-burjuvaca bir yaklaşım olmaktan öteye gidemeyen bu düşünce tarzı Marksizmi kavramış olmaktan uzaktır. Sınıfın devrimci misyonunu, paçavralar içinde yaşayan işçi olgusuna bağlayanlar yanılıyorlar. Bu anlamda Marx’tan bu yana biçimsel bir değişim olmuştur, fakat özde pek bir şey değişmemiştir.
Dün olduğu gibi bugün de, yoksulluk içindeki yığınlar, derin bir siyasal bilinçlendirme faaliyetine gerek kalmaksızın, bizzat yaşamın zorluğu nedeniyle, öfkelerini zaman zaman kendiliğinden patlamalarla dışa vururlar. Yoksulluğun ve ezilmişliğin yarattığı öfkenin, düzene karşı patlayıcı bir madde deposuna dönüşmesi, kuşkusuz ki çok önemli bir durumdur. Ne var ki, işçi sınıfının öncü rolünü oynayabilmesini mümkün kılacak bir örgütlülüğün bulunmadığı koşullarda, yoksul ve işsiz kitlelerin öfkesi ve bu öfkenin dışavurumları tek başına sonuç getiremez. Sermaye düzeni, bu öfkeyi bastıracak veya istediği bir doğrultuya kanalize edecek yolları bulmakta hüner sahibidir. İşçi sınıfının büyük işletmelerde çalışan kesiminin ya da genelde sendikalı işçilerin büyük bir atalet içine sürüklenmiş olmaları ise, sınıfın devrimci potansiyelinin yok oluşuna değil, bilinç ve örgütlülük unsurunun öneminin kat be kat artmakta olduğuna işaret ediyor. Bu gibi sorunların üzerinden atlayarak, artık işçi sınıfını devrimci bir özne olarak kabul etmeyenler ve yerine sözümona başka kesimleri ikame etmeye çalışanlar, gerçek yaşamda var olan yakıcı gerçeklerin duvarına toslamaya mahkûmdurlar.
İşçi sınıfının işsizler bölümüne, yalnızca çalışabilir durumdaki işsizler girmez. İşçi sınıfının iş kazası ve çeşitli meslek hastalıkları sonucunda işgüçleri sakatlanmış olan bir bölümü, defolu mallar misali yedek sanayi ordusunun en aşağılarına fırlatılıp atılırken, daha şanslı olanları ise sosyal güvence kapsamından yararlanabilmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum sermayenin işçilere bir lütfu olmayıp, emek ve sermaye arasındaki çetin mücadelelerin sonucunda işçilerin elde ettikleri bir sosyal haktır. Kapitalizm altında bu hakkın ne denli güdük olduğu tartışma götürmez. Burjuva devletler getirdikleri hukuksal düzenlemelerle, işçilerin çalışabildikleri süre boyunca ödedikleri sigorta primlerinden oluşan fonların yönetimini kendi egemenlikleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle, iş kazası, vb. sonucu çalışamaz duruma düşen işçilerin ancak belirli koşullara uyan bölümü malûlen emekli aylığına hak kazanabilmektedir. Keza, sosyal sigorta yasalarında belirlenen genel emekli aylıkları açısından da, kapitalist devletlerin getirdiği pek çok kurallar ve sınırlamalar söz konusudur.
O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır. Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!) hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz.
[Bu yazı, Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı adlı eserinin bir bölümüdür.]
[1] Marx, Kapital, c.1, s.670
[2] Marx, age, s.676
[3] Marx, age, s.677-678
[4] Marx, age, s.678
[5] Marx, age, s.681
[6] Marx, age, s.683
Hırsız burjuvazi