You are here
Bizi “Biz” Yapan Şarkılarımız…
Ankara’dan genç bir işçi
Başka dilde bir şarkı söylendiğinde sözlerini anlamayız. Yine de şarkıda akan hisler yüreğimize kolaylıkla işler. Elbette müziğin gücü ve evrenselliğidir bu. Ancak esas güç, egemenlerin ne yaparlarsa yapsınlar önüne geçemeyecekleri duygudaşlık gerçeğidir. Konuştuğumuz diller, kullandığımız sözcükler başka olsa da duygularımız kardeştir çünkü. Bu ortaklıktır ki bizleri birleştirir ve tüm dünya halklarını kardeşleştirir. İşte farklı dillerde aynı melodilerin kolaylıkla yüreklerimize işlemesi bundandır.
Mesela Anadolu’dan Balkanlar’a asırlardır birbirine komşuluk ve çoğu zaman yarenlik etmiş dillere bakalım. Bu topraklarda Yunanca, Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Gürcüce, Arapça ve daha pek çok dilde aynı melodilerle şarkılar söyleniyor. Yerine göre sözleri dahi aynı olabiliyor bunların. Sarı Gelin mesela. Ne güzel bir ezgidir, değil mi! Hikâye bu ya, Sarı Gelin/ Sari Gyalin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Günün birinde Müslüman bir delikanlı âşık olur bu sarı saçlı Kıpçak kızına. Ama bey vermez kızını delikanlıya. Oysa tutulmuştur bir kere sevdanın narına delikanlımız. Gayrı geri dönüşü yoktur. Ne dil ne din farkı tanır sevda ateşi. Gel zaman git zaman bakar ki vermezler sarı saçlı yârini. Kaçırıverir sevdiceğini, alır götürür Erzurum dağlarına. Kıpçak beyinin kan beynine sıçrar. Hiddetinden gözü göremez olur, adamlarını iki aşığın peşinden yollar. Bir vakit sonra beyin adamları bulur iki aşığı ve ne yazık ki oracıkta öldürürler delikanlıyı. O günden beri halklar arasında bu hikâye dilden dile dolaşır durur…
Dilden dile, nesilden nesile aktarılan bu acıklı sevda öyküsünü ister Ermenice dinleyelim ister Türkçe, Farsça ya da Azerice… Yüreğimiz öyle bir hüzünle dolar ki kelimelerin farklılığının hiçbir önemi kalmaz. Çünkü anlatılanlar bizim hikâyemizdir, bize aittir. Emekçi sınıfların düşlerine, halkların ortak tarihine dair anlatılardır, yaşanmışlıklardır. Bu nedenle Türk ya da Kürt, Rum ya da Azeri olmamız fark etmez. Değişmez olan yaşamlarımız kadar düşlerimizin de ortak olduğu gerçeğidir. “Turnam Gidersen Mardin’e” ya da Ermenicesiyle “Sareri Hovin Mernem” (Dağlarının Rüzgârına Kurban Olayım) türküsü de böyle değil midir? Bugün egemenlerin aramıza sinsice ektiği nefret tohumlarının sahteliğini ne güzel anlatır. İster kalbimizin bam telini titreten Ayfer Vardar’dan Türkçe dinleyelim, ister o billur sesiyle Lena Chamamyan’dan Ermenice. Bir dirhem değişmeyecektir kalbimize dolan duyguların kardeşliği. Yardan ayrı düşmüşsek vuslatın, anadan-atadan uzakta gurbetteysek sılanın hasretini düşürür içimize ya. Yine en çok yaşamlarımız gibi acılarımızın, umutlarımızın kardeşliğini duyumsarız tüm benliğimizle.
Sevdanın, sıla hasretinin yanında coşkunun ve sevincin sesleri de ortaktır ezgilerimizde. Acılarımız gibi sevinçlerimiz de kardeştir çünkü. Derin derin sevdalara daldığımızda nasıl ki farklı dillerde aynı telden çalıyorsa yüreklerimiz; eğlendiğimiz zamanlarda da aynı cümbüşün neşesiyle birleşiriz. Mesela “Entarisi Ala Benziyor” şarkısı tam da böyledir. Şarkının Ermenicesi “Aman Ağavni” olarak bilinir. Yunancası “Arabas Perna” adıyla İstanbul türküsü olarak geçer. Arnavutluk’ta ise aynı melodiler eşliğinde “Lule Malesore” olarak çalınıp oynanır. Velhasıl hangi dilden söyleyip çalsak aynı cümbüşün coşkusunda buluşacaktır yüreklerimiz. Tıpkı Anadolu’da Tokat yöremizle özdeşleşen “Kalenin Bedenleri” ya da diğer adıyla “Niksar’ın Fidanları” gibi. Bu coşkulu ezginin Yunanistan ve Makedonya’daki versiyonlarında nakarat bölümündeki “şinanay yavrum” kısmı neredeyse birbirinin aynıdır. Makedonya’da “Stani Mome Da Zaigras”, Yunanistan’da “Siko Horepse Kukli Mu” olarak bilinen bu ezgi de halkların kardeşliğinin en güzel ve canlı örneklerindendir.
Aslında bunlara benzer daha nice örnekler sıralamak mümkün. Ama hangisine dokunursak dokunalım, ister içli bir feryat taşısın bağrında ister coşkulu bir oyun havası, hepsinin bize söylediği gerçek aynıdır. Türkülerimiz kardeştir. Şairin dediği gibi birbirimize kardeşim derken türkü söylüyor gibi olmamız boşuna değildir. Çünkü halklar da kardeştir. O vakit sormak gerek. Yaşamlarımız ve düşlerimiz bu kadar birken neden ayrışıyoruz? Kimdir bizi düşman eden? Binlerce yıl yan yana yaşayan halkları ve dilleri birbirine düşman eden kim? Bu sorunun yanıtı başlıktaki “biz” vurgusunun ne anlama geldiğinde saklı.
Bugün adına kapitalizm denilen düzende yaşıyoruz. Bu düzende hangi ulusa, inanca ve kültüre mensup olursa olsunlar insanlar iki zıt kutba, iki temel sınıfa ayrılırlar: Emekçiler ve sömürücüler! Bizler emekçileriz, onlar ise sömürücüler. Biz dünyadaki tüm zenginlikleri üreten ama yokluk içinde yaşayan milyarlarız. Onlar ise yaşamları boyu lüks ve şatafat içinde yüzen, ürettiğimiz ne varsa el koyan bir avuç sömürücü asalak. Biz işçilerle sömürücü egemenlerin aynı “biz” altında birleşmesi bu nedenle hiçbir koşulda mümkün değildir. Onların dünyası ile biz emekçilerin dünyası taban tabana zıttır çünkü. Demek ki biz derken bizimle aynı ülkede yaşayan, aynı dili konuşan, aynı dine mensup egemenleri değil; dili, dini, kültürü farklı olsa da bizimle aynı kaderi paylaşan sınıf kardeşlerimizi kastediyoruz. Çünkü bizim aslımız da neslimiz de bir. Ve asıl unutmamamız, her daim gururla sahip çıkmamız gereken hakiki kimliğimiz, bizi “biz” yapan sınıf kimliğimizdir.
İşte bizi düşmanlaştırmaya çalışanlar tarih boyunca bu basit gerçeğin üzerini örtmek için her türlü kötülüğü yapan egemenlerdir. İşçiler sınıf kimliğini kuşanmasın, halklar kardeşçe yaşamasın diye dilimizi, kültürümüzü, dini inancımızı istismar edenlerdir. Yıllardır Türk’ü Kürde, Aleviyi Sünniye düşman belletenler, bugün de Suriyeli sınıf kardeşlerimizi hedef göstererek göçmen düşmanlığını körükleyenlerdir. Yalanlarına ve tuzaklarına emekçileri alet etmeye çalışanlardır. Oysa bizi biz yapan şarkılarımıza kulak verdiğimizde kardeş olduğumuz, sevinçlerimizin ve kederlerimizin bir olduğu gün gibi ortada değil mi?