You are here
Örgütlüysek Her Şeyiz, Örgütsüzsek Hiçbir Şey!
Aralık ayında tüketici fiyatlarının yüzde 1’in biraz üzerinde yükseldiği, yıllık enflasyonunsa azalarak yüzde 44 civarında gerçekleştiği açıklandı. Bu oranlara bakarak enflasyonun hız kestiğine, ücret zamlarının “beklenen enflasyona” göre belirlenip düşük tutulmasının isabetli bir karar olduğuna inanmamız istendi. Gelin görün ki Ocak ayı enflasyonu yüzde 5 olarak açıklandı. Enflasyonun düştüğü iddiasının bir palavradan ibaret olduğu bir kez daha tescillendi. Aldığımız ücretlerle geçinmemiz giderek imkânsız hale gelirken toplu işten atmalar da hız kazandı. Fabrikalarda peş peşe “gönüllü çıkışların önünün açıldığı” duyuruluyor, çıkış listeleri hazırlanıyor. Kimi sendikalı işyerlerinde patronlar, toplu sözleşmede altına imza attıkları zamları vermeye yanaşmıyor.
“Ekonomi düze çıkıncaya, enflasyon düşünceye kadar dişinizi sıkın” diyenler, ücretlerimizi düşürenler, sıkı ekonomi politikaları uygulamakta kararlı oldukları nutukları atanlar, sıra patronlara gelince ne yapıyorlar peki? Onlara, “çok para kazanmanızı istiyoruz” diyorlar. Çok para kazanabilmeleri için sömürünün, yağmanın, rantın, talanın çarklarını bir güzel yağlıyorlar. Bu çarkların tıkır tıkır dönmesi için yeni yollar, yöntemler buluyorlar. Sağlık kurumlarında muayene katılım payları yüzde 300-500 gibi uçuk oranlarda arttırıldı. Ulaşım, eğitim gibi tüm kamu hizmetleri zamlandı. Şirketleri daha da palazlandırmak için hazine garantileri arttırıldı. Mesela Kalyon, Kolin, Cengiz ve Limak’ın işlettiği Avrupa ve Anadolu Otoyolu için ilk sözleşmede garanti edilen yıllık araç geçiş sayısı 208 milyon iken, 2025 yılı için yeniden belirlenen garanti araç sayısı yaklaşık 345 milyona çıkarıldı. En basit hesaplamalara göre, Türkiye’deki tüm otomobiller Kuzey Marmara Otoyolu’ndan 22 kez geçse bile 2025 yılı için garanti edilen toplam araç geçiş sayısı tutturulamıyor. Ama zaten bu sayıları garanti edenlerin derdi makul ve mantıklı görünmek değil, kazı yolmaya devam etmek!
Siyasi iktidarın ekonomi politikalarının hedefi belli: Ekonomik yıkımın bedelini işçi ve emekçilere ödetmek, on milyonlarca işçinin, emekçinin, emeklinin açlığa talim etmesi pahasına sermayeyi dizginsizce büyütmeye devam etmek. Soygunun, talanın boyutlarını büyütmek! Peki, biz işçi ve emekçilerin bu saldırılara yanıtı ne olmalı?
Siyasi iktidarın ve sermayenin saldırıları, pervasızlığı elbette büyük bir hoşnutsuzluk hatta öfke yaratıyor. Ama egemenler bu öfkeyi zerre kadar umursamıyorlar. Çünkü işçi sınıfının örgütsüz yani güçsüz olduğunu görüyorlar. Örgütsüz, birlik ve dayanışmadan yoksun işçileri kolayca aldatabileceklerini, sindirebileceklerini hesaplıyorlar. Cılız tepkileri, tekil kalan mücadele girişimlerini baskı ve zorbalıkla bastırmaya devam edebileceklerini düşünüyorlar. Ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda saldırıları boyutlandırırken tüm topluma gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bahçeli’nin muhalefete yönelik “haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim” sözlerini hatırlayalım. Bahçeli’nin haydutluk, kışkırtıcılık, teröristlik olarak damgaladığı “sokağa çıkmak”, aslında taleplerini hep birlikte dile getirebilmek demektir. İktidardaki rejime tepki gösterebilmek, sorumlulardan hesap sorabilmek demektir. Mesela elinizde tuttuğunuz İşçi Dayanışması’nın orta sayfalarında pek çok ülkede bu amaçlarla sokağa çıkan işçi ve emekçilerin eylemlerine yer veriliyor. İşçi ve emekçilerin birlik olup haksızlıkların, adaletsizliklerin karşısına dikildiği, egemenlere “istediğiniz gibi at koşturamazsınız, bizi dikkate almak zorundasınız” mesajı verdikleri anlatılıyor.
Bu eylemler işçilerin birleşerek gücünü ve iradesini ortaya koymasıdır. Türkiye’de iktidar sahiplerinin engellemek istediği de işte budur. Astığım astık kestiğim kestik düzenini devam ettirme, işçi ve emekçileri zapturapt altında tutma ve böylece sömürü ve soyguna devam etme arzusundalar. Bu politikaların acı sonuçlarına, bedellerine sessizce katlanmamızı istiyorlar. 6 Şubat depremlerinde resmi rakamlara göre 50 binden fazla insan öldü. İnsanlar, bahsettiğimiz ülkelerdeki gibi sokağa çıkmadı. Peki, ne oldu? 6 Şubat’ın ardından tek bir yetkili istifa etmedi. Tek bir sorumlu hesap vermedi. Önlemler alınmadı, denetimler ihmal edildi. Oba Makarna, ZSR, Kartalkaya gibi nice örnekte gördüğümüz gibi, toplu katliamlar devam etti. Her felaketin ardından insan hayatının ne kadar ucuz görüldüğü, nasıl da pamuk ipliğine bağlı hale getirildiği ortaya çıktı.
Elbette bu sorunlar Türkiye’ye özgü değil. Brezilya’dan Çin’e, ABD’den İran’a, Kenya’dan Almanya’ya işçi sınıfı, sermaye sınıfının ağır saldırılarıyla karşı karşıya bulunuyor. Bugün resmi rakamlara göre dünya üzerinde 3 buçuk milyar insan yoksullukla, 800 milyon insan açlıkla boğuşuyor. Yani Türkiye nüfusunun neredeyse 10 katı kadar insan bir gün boyunca, bir öğün yemek hatta yiyecek bir lokma bile bulamayabiliyor. Ama dolar milyarderlerinin sayısı ve servetleri astronomik oranda artmaya devam ediyor. Doğanın yıkıma uğraması yüzünden ekolojik kriz yaşanıyor, iklimler değişiyor. Yangınlar, seller, tsunamiler, tayfunlar, kuraklıklar, aşırı soğuklar sıklaşıp nice canlar alıyor. Afganistan’ı, Yemen’i, Sudan’ı, Suriye’yi, Libya’yı, Lübnan’ı, Ukrayna’yı, Gazze’yi saran emperyalist savaş yeni cephelere yayılarak büyüyor. 300 milyon insan savaş yüzünden göç yollarına düşmüş durumda. Bu sömürü ve zulüm düzenini ayakta tutmak isteyen kapitalistler, zihinleri felçleştiren yalanları üretip yayıyor, demokratik hak ve özgürlükleri yok ediyor, polis baskısını arttırıyorlar. Kibirli, zorba, faşist liderleri iktidara taşıyorlar. Milliyetçiliği, düşmanlığı, nefreti körüklüyorlar. Toplumda her türlü kötülüğün boy vermesini, insanlara, yalnızlık, güçsüzlük, kasvet, karamsarlık ve gelecek endişesinin hâkim olmasını sağlıyorlar. Kısacası, kapitalizm yıkılması gerektiği halde ayakta kaldığı için insanlığa çok büyük acılar yaşatmaya devam ediyor.
Peki, bu tablo bize ne anlatır? İktidardakilerin söylediği gibi elimiz kolumuz bağlı oturmak, başımıza gelecekleri beklemek dışında seçeneğimiz olmadığını mı? Kapitalizmin kaderimiz olduğunu mu? Hayır! Bu düşünce temelden yanlıştır. Güçlerini ve cüretlerini bizim örgütsüz ve dağınık olmamızdan alan egemenlere verilecek en güzel yanıt, onların karşısına birlikte dikilmemizdir. Tek tek işçiler olarak yalnızlık, çıkışsızlık içinde debelenmek yerine birleşip örgütlü işçi sınıfı olmayı başarmamızdır. Elbette bu zorlu bir görevdir. Ama unutmayalım ki görev ne kadar zorlu olursa olsun başarılması mümkündür. Önemli olan bu görevi yerine getirmek üzere sorumluluk alanların çıkmasıdır. Egemenlerin tuzaklarına aldanmadan, zorluklardan yılmadan, dirençlerini kaybetmeden çalışmaya devam etmesidir.
Damlalar olmadan nehirler, denizler, okyanuslar olamaz. İlk adımlar atılmadan hedefe varılamaz. İşçiler olarak sorunlarımız üzerine birlikte düşünmeyi öğrendiğimizde, birlikte hareket etmeyi de öğreniriz. İşyerlerimizde, sendikalarımızda, işkollarımızda, grev, direniş ve mücadele alanlarında birlikte hareket etmeyi öğrendiğimizde bir güç haline gelmeyi başarırız. Sınıfımızın mücadelesinde ustalaştıkça önümüze koyduğumuz hedefleri gerçekleştiririz. Bu mücadeleye uluslararası alanda da güç verebiliriz. Yoksulluğa, kölece çalışma koşullarına, demokratik haklarımızın elimizden alınmasına birlikte karşı durabiliriz. Kapitalist sömürüye ve emperyalist savaşlara son verecek gücü kuşanabiliriz. Unutmayalım ki örgütlüysek her şeyiz!