You are here
Fotoğraf, Film, Şiir ve Şarkılarla Emek, Tarih, Yaşam / 4
19 May 2020 - 11:00
12.20
Dönüştüren ve yaratan emek
Gökdelenler, piramitler, kanallar… Binlerce yıl ötelerden günümüze uzanan tarih, aslında emeğin serüvenidir. Milattan önceye, firavunların Mısır’ına gidelim mesela... Devasa kayalardan piramitler dizenler bizimkilerdir. Olayların tam ortasında emek ve ter vardır. Mesela alın başınızı gidin mühendislik harikası dedikleri Giza piramitlerine… Sonra oradan hareket edip Roma’ya gidip Panteon tapınağını bir ziyaret edelim. Sonra isterseniz İspanya’ya geçip ve La Sagrada Familia kilisesini dolaşalım. Hindistan’a uğradığımızda şu ölümsüz Tac Mahal’i gezmeden dönmeyelim. İsterseniz Latin Amerika’ya geçip Panama’ya uğrayalım. Atlas okyanusunun sularını Pasifikle buluşturan kanalı bizimkiler kazmıştır. Yani yine olayların tam ortasında emek ve ter vardır. Alın kardeşlerim, alın başınızı gidin istediğiniz zamana ve istediğiniz yere... Yerin altı ya da üstü hiç fark etmez… Göreceksiniz olayların tam ortasında muhakkak emek ve ter vardır. Göreceksiniz emeğin değdiği yeri ve alınlardan akan teri! Usulca bakın etrafınıza… Bir yerlerde koca koca harflerle muhakkak yazılıdır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”
13.30
Beynimizi ele geçirip bütün insani duygularımızı köreltmeye çalışıyorlar. Bugünlerde bizlere unutturmak istedikleri şeylerin en başında dayanışma, birlik ve mücadele geliyor. “Kendini düşün”, “arkadaşından uzak dur”, “sus, konuşma”, “aman sakın onu dinleme” vb. Konuşursan, dertleşirsen onun dertlerine ortak olursun. Bu da demek oluyor ki birlik olursun. Hele bir de yanında yer alırsan örgütlenmiş olursun. Birlik olup dayanışırsak, örgütlenirsek her şeyin üstesinden geliriz. Örgütlülük her şeyin panzehirdir. Kapitalizme karşı da panzehirini içmeyi unutma işçi kardeşim.
1930’larda ABD’li işçiler… Büyük pankartta %100 Sendika yazıyor. Alttakinde ise direnişlerinin kaçıncı günde olduğunu ve kararlılıkla devam ettiklerini belirtmişler. Fotoğraf tam da direniş gününü güncellerken çekilmiş. Demek ki 46 gündür sendikalarının tanınması için mücadele ediyorlar. 1929 krizinde patronların açlığa ve sefalete ittiği ABD’li işçiler sessiz kalmadılar. 1930’lu yıllar boyunca grevler, direnişler, protesto yürüyüşleri eksik olmadı.
1937 Amerika… Siyahî emekçilerin oluşturduğu bir kuyruğa bakıyoruz… 1929 krizinin yıkıcı sonuçlarının ardından bir de sel vurmuş bu yoksul siyahî mahallesini… Şanslı olanları birkaç ekmek ve çocukları için giysi alabilecekler. Önünde durdukları reklam panosunda yüzünden mutluluk fışkıran bir aile… Tam Amerikan Rüyası’na uygun bir görünüm… Panonun en üstünde “dünyadaki en yüksek yaşam standardı” yazıyor. Panonun sağında yazanları ise “Amerika gibisi yok” biçiminde çevirebiliriz. Gerçeklik ile egemen propaganda arasındaki tezatlık ancak bu denli çarpıcı yansıtılabilirdi. Emekçiler, arkalarındaki hayli ironik reklam panosunu görünce ne hissettiler acaba? Pano sanki dalga geçiyor önündeki kuyrukla, kuyruktakiler ise sanki bilerek sırt çevirmişler panoya…
13.45
Gastonya tekstil işçileri ve Ella May…
1929’da Kuzey Karolina eyaletindeki Gastonya kasabasında tekstil işçileri grevdeydi. İşçiler, Ulusal Tekstil İşçileri Sendikasında örgütlenmişlerdi. Ella May Wiggins sendikalı bir iplik eğirme işçisiydi. Sendikayı ortadan kaldırmak isteyen patronlar, grevci işçileri Gastonya polis şefini öldürmekle suçluyorlardı. 16 işçinin cinayet suçlamasıyla yargılandığı davanın duruşma gününde Ella May, bir şarkı söylemeye başlar ve diğer işçiler Ella’nın sözlerini tekrarlayarak bu şarkıya coşkuyla karşılık verirler.
“Daha güzel kıyafetler giyebildiğimiz ve daha iyi evlerde yaşayabileceğimiz Güney’de
Bütün Güney’de örgütlenmiş bir sendikamız olacak
Şimdi birlik içinde olmalı ve patronlara şöyle cevap vermeliyiz:
Bizler asla ama asla sendikamızın yok olmasına izin vermeyeceğiz!”
Bu şarkı Gastonya tekstil işçilerinin grevinin simgesi haline gelir. Ama Ella polis tarafından katledilir ve grev yenilir. Ella öldürüldüğünde henüz 29 yaşındadır. Çok güzel sesi olan, işçileri yüreklendirmek için şarkılar yazan, daha güzel bir dünya için mücadele eden sosyalist bir kadındır. 9 çocuğunun dördü boğmacadan ölmüştür. Anneleri çalışırken komşuların baktığı 5 çocuk Ella’nın öldürülmesiyle yapayalnız kalmıştır. Fakat ne işçilerin mücadelesi ne de Ella’nın çektiği acılar boşa gider. 1934’te yine Gastonya işçilerinin başlattığı grev dalgası tekstil patronlarının uykularını kaçırır. Tekstil işçileri pek çok kazanım elde ederler.
Aşağıdaki videoda Ella’nın görüntüleri eşliğinde torunu, Ella’nın en bilinen şarkısını, Fabrika İşçisi Annenin Ağıdı’nı söylüyor ve patronların acımasızlığını anlatıyor. Ağıda, ABD işçi sınıfının mücadelesini anlatan şarkılarıyla bilinen Pete Seeger devam ediyor.
14.05
Bilinen ilk grev tablosu olarak kayda geçen bu tabloyu, Alman bir ressam olan Robert Koehler Münih’te çizdi. Ancak tablo ilk olarak ABD’de sergilendi. Üstelik 8 saatlik iş günü hakkı için verilen mücadelenin doruğa çıktığı 1886 yılında! Bu zamanlama, tablonun çok sayıda kopyası çıkarılarak elden ele dolaşmasını ve dönemin emek hareketinin bir sembolü haline gelmesini sağladı.
Şimdi tabloya yakından bakalım. Kasvetli bir gökyüzü… İşçiler dumanları tüten gri fabrikalardan, koşarak aşağıdaki binaya doğru akıyorlar. Muhtemelen fabrika sahibi olan silindir şapkalı bir adam, onunla tartışan işçi liderine sabit bakışlarla bakıyor ve “şimdi nereden çıktı bu iş durdurma, ne istiyor bu işçiler?” biçiminde düşünüyor. Adamın yardımcısı tedirginlikle elleriyle oynuyor. Her bir işçi farklı bir ruh halinde resmedilmiş. Belli ki henüz tam bir örgütlülük sağlanmış ve bir plan çizilmiş değil. Öfkeyle yumruğunu kaldıran, eli kafasında düşünceli duran, aceleden ceketini giymeyi bile bekleyememiş, birbiriyle hararetle konuşan, birazdan kopacak fırtınaya hazırlık için elini yerdeki taşa götüren işçiler var tabloda. Tablodaki gerilim o kadar belirgin ki, gökyüzünü kaplayan gri dumanlarla işçilerin gerilimi bir bütünlük oluşturuyor. Fırtına koptu kopacak…
Birçok insanın bildiği ve bugün de çokça kullanılan kapitalizm piramidi karikatürü, aslında çok eskilere aittir. 1911 yılında ABD’de “Industrial Worker” gazetesinde yayınlanmıştır bu karikatür. Resimde zengin azınlığın ve ona hizmet eden kurumların üstte, işçilerin, yoksulların altta olduğu gerçek bir “sosyal piramit” gösteriliyor. Sermayeyi temsil eden para torbası en tepede duruyor. En tepedeki para torbası ya da sermaye, Marx’ın ifadesiyle patronlar sınıfını da kendisine köle yapmıştır. Çünkü bu düzende sermaye sınıfı, arabanın önüne koşulmuş at gibidir. Onlar o arabayı çekmek, işçileri sömürmek ve sermayeyi büyütmek zorundalar! Bir kez düzen böyle kurulmuş, çarklar bu doğrultuda dönmeye başlamıştır. Bu yüzden kapitalizm yıkılmalıdır! İşçi sınıfı kapitalizmi yıktığında tüm insanlığın kurtuluşunun önünü açmakla kalmayacak, aslında sermayenin yarattığı her türlü köleliğe de son verecek!
Yıl 1937. İspanya’da iç savaş var. Egemenler işçilerin iktidar mücadelesini bastırmak için her türlü yola başvururlar. Franco Nazilerin ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica kasabası üzerinde test etmelerine izin verir. 26 Nisan 1937’de Guernica bombalanır. Bombalama sonrası kasabada o güne kadar görülmedik ölçüde büyük bir katliam yaşanır. Bombalamadan sonra Guernica adeta yerle bir edilmiştir. Kasaba üç gün boyunca yanar.
Paris’te yaşayan ressam Pablo Picasso, Guernica’nın bombalandığını gazetelerden öğrenir. Sanatçı kendi ülkesinden yüzlerce kilometre uzaktaki bir kasabada yaşananlara duyarsız kalmaması gerektiğini ve bir şekilde yaşanan katliamı, bombaların yaktığı ateşte yanan insanlığı, savaşın yıkıcılığını anlatması gerektiğini düşünür. Tam da bu sıralarda İspanyol hükümeti Paris’te gerçekleşecek olan Dünya Fuarı’nda sergilenmesi için Picasso’ya bir tablo siparişi vermiştir. Yaklaşık 2 ay kadar bir süre içinde Picasso tabloyu bitirir. 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlikteki tuvalini boyarken paletine savaşın siyahlığı ve küllerin griliği egemen olmuştur.
Günümüzde en büyük savaş karşıtı resim olarak kabul edilen Guernica’da neredeyse her figürün bir anlamı vardır: Resmin ortasında sırtına mızrak saplanmış olan at, zorba güçler tarafından acı çeken insanları, atın başının önünde belirsiz gözüken güvercin ağlamaktan başka yapacak bir şeyi olmayan barışı anlatır. Atın yanına düşmüş sürücünün kırılmış kılıcı yenilgiyi anlatsa da kılıcın içinden çıkan çiçekler umudu simgeler. Resmin ortasında üst kısımda, göze ve güneşe dönüşen bir ampül parlamaktadır. Bu ampulün hemen yanında bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu bir kadın figürü vardır. Kadın, elinde yanan bir gaz lambası taşır. Resimdeki ampul ve lamba ve arka planda kullanılmış olan gazete parçaları İspanya’da gizlenmek istenenleri er ya da geç tüm dünyanın göreceğini anlatmaktadır. Sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde durur. Boğa İspanya’dır, ama bu kızgın boğa faşist İspanya iktidarını akla getirmektedir. Kadın adeta iktidardaki faşist rejime bu acıyı kendisine neden yaşattığını sormaktadır.
Franco hükümetinin iktidarda olduğu süre boyunca resmin İspanya’ya girmesi yasaklanırken, eser birçok ülkede sergilenir.
Resimdeki heykel Hiroşima Barış Parkı’nda bulunuyor. Elinde bir turna kuşu tutan kız çocuğu Sadako Sasaki. Sadako, İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima’ya atılan atom bombası sonucunda lösemi hastalığına yakalanıp ölen binlerce çocuktan yalnızca bir tanesi. Arkadaşları Sadako’nun şahsında atom bombası yüzünden ölen çocukların anısına Japonya’nın dört bir yanından topladıkları parayla 1958 yılında bu heykeli yaptırırlar. Sadako’nun turna kuşu tutan elinden yerlere kadar sarkan rengârenk kâğıttan yapılmış yüzlerce turna kuşunun asılı olduğunu görüyoruz. Bunlar da her yıl 6 Ağustos Barış Günü’nde dünyanın dört bir yanından yapılıp yollanan turna kuşları. Sadakoların egemenlerin kâr hırsları uğruna yaşamdan koparılmadığı, barış dolu daha güzel bir dünya isteğinin simgesi. Savaşların son bulduğu, çocuklarımızın yarınlarının, hayallerinin, yaşam isteğinin egemenlerin çıkarları uğruna çalınmadığı bir dünya için kavgamız sürüyor.
14.50
Hoşnutsuzluk mırıltıları 1960’ın fırtınalı yazı boyunca Liverpool Rıhtımlarını dolaşıyordu. Hayal kırıklığına uğramış liman işçileri, Temmuz ayı başlarında ücretlerde artış talebiyle greve gitti ve kısa süre sonra kentin denizcileri de onları izledi. Limanda her şey durmuştu, emek ordusu gücünü göstermişti.
1966 yılında Belçika’da FN Herstal silah fabrikasında çalışan 3000’den fazla kadın işçi üretimden gelen güçlerini kullanarak greve çıktı. “Eşit işe eşit ücret” talebiyle sürdürdükleri grevde sendikalarını da harekete geçiren kadın işçiler, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışmanın örülmesini sağladılar. Ellerinde taşıdıkları “Sosyal Adalet İçin Birleş”, “Flamanlar ve Valonlar Mücadele/Kavga İçin Birleşin” yazılı dövizlerle meydanlara aktılar. Üç ay süren grevlerini kazanımla sonuçlandıran kadın işçilerin “eşit işe eşit ücret” mücadelesi bugün de sürüyor elbette.
7 Haziran 1968 günü Londra’da Ford Dagenham fabrikasında dikiş makinelerinde çalışan 187 kadın işçi “eşit işe eşit ücret” talebiyle greve gitti. Erkeklerle aynı işi yaptıkları halde onlardan daha düşük ücret alıyorlardı. Dagenham’daki grev devam ederken Halewood fabrikasındaki 195 kadın da greve çıkarak onlara katıldı. Sendikanın genel merkezi onları desteklememesine rağmen yılmadılar ve mücadelelerini sonuna kadar götürdüler. Grevin başarısı sadece ücretlerinin yükseltilmesini sağlamak olmadı. Ülke genelinde kadın işçilere güç ve güven verdi, sendikalı kadın işçi sayısının artmasını sağladı. Fotoğraftaki grevci kadın işçiler, “Ford makinistleri vasıflarının/yeteneklerinin tanınmasını istiyor” pankartı taşıyorlar.
15.15
Direğe tırmanan bir gencin göz hizasından bakıyoruz zapt edilmiş bir meydana… Meydan hıncahınç dolu… Fransızca bilmeye gerek yok, pankartlardaki grev yazıları okunuyor. 1968 yılının Mayıs ayı gerek Fransa gerekse de tüm dünya işçi sınıfı açısından bahar uyanışının yaşandığı bir dönemin habercisi olmuştur. İşçiler fabrikaları, öğrenciler okulları işgal ediyordu. Sokaklar, meydanlar işgal ediliyordu. Dört bir yandan işçi sınıfının mücadele talepleri yükseliyor, bir işgal fırtınası kopuyordu. İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar “bir başka dünya” istiyorlardı. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun mücadeleyi büyütenlere!
68’lerin Paris’inde işçi sınıfının gençlerini görüyoruz bu karede… Daha güzel bir dünyanın hayaliyle yüreklerini tutuşturmuşlar, kararlılıkla yürüyorlar. Hepsi sağ yumruklarını kaldırmış havaya, ortada en önde iki tane, gerilerde 3, 4 tane daha kızıl bayrak görünüyor. Adeta kızıl sancağını göndere dikmiş bir kavga bölüğü yürüyor Paris sokaklarında… İşçi sınıfı gençliğinin kavga bölüğü!
3 Mayıs 1968, Fransa’dan Renault fabrikasından bir fotoğraf… İşçiler “fabrika işgali ve süresiz genel grev” kararını oyluyorlar. 25 bin işçinin katıldığı oylamada, kararlılık yüzlerden okunuyor. Tüm işçiler ellerini kaldırmışlar ve onaylıyorlar grevi… Belli ki yüreklerinde tek bir şüphe tohumu yok. Ön saflarda birinin öylesine dolmuş taşmış ki inancı, tek elini kaldırıp onay vermek yetmemiş, kaldırmış iki elini birden. Bir kaçı gözlerini havaya dikmiş, neye bakıyorlar kim bilir? Bir fotoğraftan fazlası var burada… Hünerli ellerini grev için kaldıran ve sömürücü efendilerin suratına indiren bir fabrika dolusu işçi; iradenin ve kenetlenmenin tablosunu çizmiş sanki…
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki çetin yıllar… İşçi sınıfının evlatları kavganın şehri İstanbul’da yollara dökülmüş. Yaşları henüz 15 ya da 16… İnsanlığın binlerce yıldır süregelen hayalleriyle yürüyorlar. Yüreklerinde umut, yüreklerinde yepyeni bir dünya özlemiyle sel olup akıyorlar. İşçi sınıfının onurlu davasında yerlerini almanın gururu ve inancıyla haykırıyorlar; “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur!”
15.45
1967’ye ait iki fotoğraf görüyoruz, tarih 12 ve 13 Şubat. Üsteki fotoğraf DİSK’in kuruluş kongresinden… Kurucu kongrenin delegeleri, belli ki deklanşöre basıldıktan sonra güvercinleri özgürlüğe uçuracaklar. Bugünün bürokrat takımının ağzından düşmeyen “iş barışı” mavalı için olmadığını biliyoruz, emeğin özgürlüğe erişeceği günler için uçuruluyor güvercinler…
Alttaki fotoğraf ise DİSK kuruluş dilekçesinin vilayete verildiği güne ait... Tam ortada, sert bakmış Kuas. Kemal Türkler ise hemen onun solunda, yüzüne hafif bir gülümseme kondurmuş Kemal Başkan. DİSK’in çekirdeğini oluşturan sendikaların başkanları, hayli dikkat çekici bir duyguyla poz veriyorlar. İşçi sınıfının güçlü bir yapısının temellerini atmanın getirdiği bir özgüven olsa gerek bu.
Bu sefer gördüğümüz fotoğraflar 1970 yılına ait… Yukarıdaki fotoğrafı incelemeye başladığımızda iki duygu konuk oluyor evlerimize; sevinç ve gurur. Sevinç ve gururla yürüyor işçiler, Çoğu gömleklerinin birkaç düğmesini açmış, belli ki sıcak bir yaz günü… Evet, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinden bir kare! Omuzlanan pankartlardan öndeki rahat okunuyor, peki arkada? Zorlanıyoruz ama nihayet “Hepimiz Birimiz İçin” kelimelerini seçebiliyoruz. Hepimiz birimiz için dediler, birliğimiz için dediler. Gurur ve sevinçle yürüdüler karanlığın, sömürünün, baskının üstüne üstüne...
Altta ise bu şanlı direnişin ardından gözaltına alınan sendikacılar, işçiler tahliye oluyor. Önde işçilerin Kemal Başkanı, başlar dimdik… Türkiye sınıf hareketinin zirve noktasına, 15-16 Haziran’a tanık olmanın, imza atmanın haklı gururunu sırtlanmışlar da öyle çıkıyorlar dört duvar arasından…
4’ü grev gözcüsü 5 işçi kadın, kaya gibi durmuş bize bakıyor. Bir işçi kızı da muhtemelen anasının omuz başına dayamış omuz başını… DİSK’in grevci kadınları bunlar, Gıslaved Lastik işçileri… Fotoğraf 11 Ekim 1974’te çekilmiş, yani grevin 5. gününde! Gıslaved işçileri, 12 Mart Muhtırası sonrası ilk grevi gerçekleştiriyorlar. Yel kayadan ne alır demiş atalarımız, belli ki hiçbir şey almamış! 1968’in işgal fırtınasında, 1970 Haziran’ının şanlı günlerinde olduğu gibi sapasağlam Gıslaved işçileri, kaya gibi!
Pankartlar omuzlanmış, kortejler geçiyor. Meydan sabırsızca işçisini bekliyor. İşçiler ise dost kalabalığına kavuşmayı arzuluyor, bu nedenledir ki büyük adımlarla ilerlemenin telaşı içindeler. Pankartlardaki yazıların okunurluğunu koruma çabası hayli tanıdık. Tam bir bayram telaşı içinde işçiler, çocuklar gibi şenler… Ortamda muhteşem bir kendine güven, yok hayır sınıfına güven var. Yoksa küçük bir çocuk, sarı saçlı bir işçi çocuğu nasıl evindeymiş gibi rahat oturur?
15.50
Bir yanda
Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar
Diğer yanda
Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı.
Eğer işçiler yalnız kalsalardı
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi
Zordu işleri.
Fakat yalnız değildiler
Kuruldu komiteler
Duydular ki grev var
Duydular ki patronlar
Hakkını vermezmiş kardeşlerinin…
Ve fabrikalardan
Okullardan
Gecekondulardan
Akın akın geldiler.
Fabrikanın önünü işçilerin seliyle doldurdular.
Çaldı davullar
Çekildi halaylar
Çoluk çocuk
Kadın erkek
Yaşlı genç
Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar:
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
…
Öyle iç içe geçmişti ki işçiler ve komiteler birbiriyle
Elleriyle yürekleriyle örmüşlerdi en yıkılmaz duvarları
En sarsılmaz inançla birleşmişti duyguları.
Bütün şehir ve fabrikalar,
Aynı nehirde akıyormuş gibi akıyorlardı
Aynı anda, aynı inançla, aynı yere;
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlara bakıyorlardı.
Ziya Egeli
17.00
Dünyada 68 hareketi: Bir Bahar Uyanışı!
Zor, kasvetli, kahırlı bir zamanın içinden geçiyoruz. Yaşamını ve tüm muazzam yeteneklerini yine böylesi zor zamanlarda işçi sınıfının mücadelesine nakşeden Nâzım Hikmet; “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın” diyordu. Eğer gelecek rotamızı çizmek istiyorsak, aydınlık yarınlar istiyorsak, dönüp tarihe bakmalı ve geçmişimizden öğrenmeliyiz. Unutmayalım ki tarihini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Gelin şimdi bir video izleyelim ve yarım asır öncesine; 1968’in dünyasına uzanalım. İşçi sınıfımızın bahar uyanışına, kalın betonları parçalayan mücadelesine tanıklık edelim.
17.20
1968 ve Derby ile başlayan işgal fırtınası
Sene 1968. Dünya işçi sınıfı meydanlarda. Öfkesi derin, ümidi güçlü ve taze. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla toplumun geniş kesimleri değişim istiyor, kapitalist sömürü düzenine başkaldırıyor. Bu dalga kısa süre içinde Türkiye’yi de sarıveriyor. Fabrika ve üniversite işgalleri bu topraklarda da görülmeye başlıyor.
1968 yılının Temmuz ayında ilk olarak Kazlıçeşme’de bulunan Derby lastik fabrikasının işçileri, toplu sözleşme yetkisinin gaspına karşı fabrikalarını işgal ettiler ve kazandılar. Derby işgal eylemi, emekçilerde büyük coşku uyandırdı. İşgal günlerine “İşçi-Gençlik El Ele” sloganı hâkim oldu. Fabrika işgalleri arka arkaya gelmeye başladı.
Onların açtığı bu yoldan başka işçiler de yürüyecek Kavel’de, Singer’de, Demir-Döküm’de, Alpagut’ta, Gamak’ta ve Sungurlar’da da işyeri işgalleri yaşanacaktı. Bu mücadeleler yasaların çizdiği çerçeveyi aşan eylemlerdi ve yasalara rağmen yapılmıştı. Yasal sınırlara hapsolmayan işçiler, güçlerinin örgütlü birliklerinden ve haklı olmalarından geldiğinin farkına varıyorlardı. Giderek kapitalist sömürüye başkaldırıyorlardı!
17.35
70’li yıllar; Sömürücüler Tir Tir Titriyor!
Bir bahar uyanışını andıran 1968’in ardından işçi sınıfının mücadelesi 70’li yıllarda da yükselmeye devam etti. Fabrika ve üniversite işgalleri, grevler ve boykotlar yeri göğü sarsarken sömürücüler tir tir titriyordu. Genciyle yaşlısıyla ayağa kalkan işçi sınıfı başka bir dünya istiyordu. İşçi sınıfının mücadelesi yükseldikçe egemenlerin baskı ve saldırıları şiddetlendi. Sadece dünyanın pek çok ülkesinde işçi sınıfının mücadelesini boğmaya giriştiler. Fakat bir yerde baskı ve zulüm varsa, orada direniş de vardır! Boyun eğmeyen insanlar da vardır! Tarih bunun sayısız örneklerini sunar bizlere. İşte bu direniş ruhunu kuşanan sınıfımızın 70’li yıllardaki destanlarından kesitler sunuyoruz.
18.35
1970’li yıllarda işçiler, sadece ücretlerini arttırmak için mücadele vermiyordu. Ekmeklerini büyütmenin yolunun pekâlâ siyasi konularda da söz söylemekten geçtiğinin, her alanda mücadele etmek gerektiğinin bilincindeydiler. Bundandır ki direndiler, sel olup aktılar. Bundandır ki yükselen işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastırmak için kurulmak istenen DGM’lere örgütlü güçleriyle set çektiler. İstediklerini yaptılar, hedeflerine ulaştılar sonuçta; DGM’leri ezdiler.
Bir masanın çevresine oturmuş bir düzineden fazla insan… Belli ki bir toplantı yapıyorlar, önlerinde sayfalarca kâğıt… Söz sırası masanın başında oturan kare gömleklide olmalı; dikkatler ona kesilmiş. Bir dirseğiyle masadan güç aldığını ve bir elinde kalem tuttuğunu fark edebiliyoruz. Arkada bir pano ilişiyor gözlerimize, “Yaşatacak Seni Tunç Bileğimiz” yazıyor. 1928 yılında demiryolu işçilerinin yazıp bestelediği 1 Mayıs Marşından bir bölüm bu! Hemen üstünde de 1 Mayıs’ın o meşhur logosu görünüyor. 1976 yılında ressam Orhan Taylan’ın yaptığı bir afiş aslında bu. Bu toplantı da muhtemelen yine bir mitinge, greve, direnişe, bir işçi eylemine hazırlık yapan ressamların, çizerlerin toplantısı…
Genç bir işçi sandalyede oturuyor karşımızda, üzerindeki önlükten anlıyoruz ki Maden-İş’li genç bir metal işçisi… Şimdi saçlarına çoktan aklar düşmüş, ihtiyarlamış, torun sahibi olmuştur kim bilir? Fakat o gün gözleri DİSK dergisinin Mayıs-Haziran 1977 tarihli sayısında. Fotoğraflandığını bildiğinden olsa gerek, tanıtımını yapmak istercesine tutmuş dergiyi… Yayın hayatına 1973’te başlayan DİSK dergisi, işçilerin en önemli başvuru kaynaklarından birisiydi o dönem… Sadece grev ve direniş alanlarında değil, işçi evlerinde yatağın başucunda tutulurdu.
Dönelim fotoğrafa, belli ki bir mücadele alanında çekilmiş fotoğraf. DİSK dergisinden, Maden-İş önlüğünden, arkadaki afişten belli değil sadece bu! Muhtemelen en güzel kıyafetlerini giymiş, pantolonu jilet gibi ütülü, yüzü tıraşlı genç bir metal işçisi oturuyor karşımızda. DİSK’li işçiler greve, direnişe düğüne gider gibi gidermiş.
1 Mayıs 1977… Bir Pazar günüydü. İşçiler sabah erkenden uyanmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. Dillerinde türküler, içlerinde tatlı bir heyecanla yollara düşmüşlerdi. Yüz binlerce işçi, coşkulu ve kararlı adımlarla 1 Mayıs’ın kutlanacağı Taksim Meydanı’na doğru ilerledi. İki ayrı koldan akın akın işçi giriyordu Taksim Meydanına. Alan dolup taşmıştı. Oyuncular, yazarlar, şairler de oradaydılar. 500 bin işçi ve emekçi sloganlarla, halaylarla, marşlarla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutluyordu. Vardiyadan çıkıp gelenler, saatler süren coşkunun ardından merdivenlere oturmuş, soluklanıyordu. Tetik henüz çekilmemiş, sömürücü cellatlar uğursuz rolünü oynamamıştı.
DGM’leri ezen işçilerin karşına çok geçmeden yeni bir engelle dikildi patronlar sınıfı… İşçiler taze bir zaferlerini, slogan haline getirmişlerdi bile; “DGM’yi Ezdik Sıra MESS’te!” Bir zaferin sözcüklere dökülüşüydü bu slogan, dahası bir hedefin, kararlılık ve inancın dile gelişiydi.
1 Mayıs 1978’den bir kare… Sınıfımızın kırmızı çatkılı kadınları talepleriyle çıkmışlar alanlara… Omuz omuza vermişler. Kimileri slogan atıyor o sırada, kimileri birbirine bakıyor. Hafifçe tebessüm ediyor birisi… Halklar arasında ayrılık gayrılık olmasın istiyor biri… İşçi kadınların bir asırlık sloganını yükseltiyor diğeri, eşit ücret alsın istiyor eşit iş yapanlar. Sınıfını bilen, sınıfının gücünün kudretini bilen birisi geçit yok diyor, faşizme! Kırmızı çatkılı kadınlarımız çoktan öğrenmiş dostu da düşmanı da, eğriyi de doğruyu da! İşçi sınıfıdır bu; mücadele ettikçe öğrenir, öğrendikçe de mücadele eder.
19.00
Her 1 Mayıs’ta meydanlarda görmeye alıştığımız, 1 Mayısla özdeşleştirdiğimiz afişin nasıl ortaya çıktığını, kimin çizdiğini biliyor musunuz? Hani üzerinde 1 MAYIS yazan dünya ve etrafa saçılmış çiçekler... Dünyadaki zenginliği işçi sınıfının yarattığı ve yine işçi sınıfının dünya ölçeğinde bir sınıf olduğu ancak bu denli basit ama son derece güçlü ifade edilebilirdi.
Ressam ve heykeltıraş Orhan Taylan 1976 Nisanının son günlerinde yaptığı bu afişle ilgili şunları anlatıyor: “Gece yarısı aradılar, afiş lazım... Ne zaman lazım? ‘Şimdi lazım’ deyince hemen oturup çizdim. Güçlük çekmeden afişi çıkardım. Hemen sabaha karşı geldiler, üçte dörtte, teslim aldılar. O kadar hızlı çıktı yani. Ben de çok mutlu oldum beğendikleri için tabii. Çünkü dünya işçi sınıfının bayramı kavramını ifade etmeye çalıştım. Ve düpedüz en kesin simgelerle: Dünya, işçi sınıfı, bayramı. Çiçekler saçılıyor etrafa... Afiş bu, bir bakışta anlaşılacak!
Taylan, 1 Mayıs için hazırladığı bu afişle ayrıca 1978’de Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu'nun (WFTU) Prag’da düzenlediği uluslararası afiş sergisinde birincilik ödülü aldı.
19.10
Süleyman Üstün Hocamızı anıyoruz
O işçilerin Süleyman Hocasıydı… 1980 öncesinde metal işçileri DİSK-Maden-İş öncülüğünde MESS’e ve sermaye sınıfına karşı kararlı bir mücadele yürütüyordu. Maden-İş düzenli olarak eğitimler yapıyor, işçilere sınıf bilinci aşılıyordu. İşte bu eğitimlerde Süleyman Hocamız, kapitalist sömürü düzenini işçilere kavratmak, onlara mücadele bilinci ve ruhu aşılamak için çeşitli yöntemler kullanırdı. Tarihsel örnekler verir, deyimleri kullanır, konuyu basite indirgemeyi başararak anlatır ve kavratırdı. Bu anlamda, Türkiye işçi hareketi tarihinde Süleyman Üstün’ün önemli bir yeri vardır. 19 Mayıs 2007’de yaşamını kaybeden Süleyman Üstün Hocamızı saygıyla anıyoruz.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 2006 yılındaki yıldönümünde gerçekleştirdiğimiz UİD-DER'in açılış etkinliğinde Kemal Türkler'in sevgili eşi Sebahat Ablamız ile birlikte.
19.20
Kemal Türkler’i ve işçi sınıfının mücadelesini büyütenleri saygıyla anıyoruz.
Bu topraklarda mücadeleci sınıf sendikacılığı geleneğinin var edilmesinde Maden-İş Sendikasının ve onun unutulmaz önderi Kemal Türkler’in emeği büyüktü. Kemal Türkler, 1960’lı yılların sonundan itibaren uzlaşmacı sendikacılık anlayışını reddediyor, sendikaların kapılarını sınıfın öncülerine açıyor, işçileri mücadeleye çağırıyor, işçi sınıfının siyasetinin etkin olması için çabalıyordu. Sendikalarına duydukları güvenle işçiler patronlar sınıfına karşı birleşiyor, geri adım atmıyordu. Grevler, fabrika işgalleri, kitlesel mitingler, DGM, 15-16 Haziran gibi büyük direnişler yaşanıyordu. Türkiye işçi sınıfı serpilip gelişiyor, tam anlamıyla bir uyanış yaşıyordu.
Geleceğin harcını karanlara selam olsun. Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan ekmek, gül ve hürriyet günleri için mücadele edenlere selam olsun!
19.50
ABD’nin görkemli Özgürlük Heykeli ve göçmen işçiler…
1886’dan bu yana ABD’nin simgesi olan meşhur Özgürlük Heykeli Fransa’nın ABD’ye hediyesidir. Heykel ABD’ye ulaşır ulaşmasına ama böyle büyük bir heykeli ayağa dikmek zahmetlidir. Heykelin üzerine oturtulacağı kaide için nice bağış kampanyası düzenlenir. Bu kampanyalar sırasında bir kadın şair şöyle bir şiir yazar:
“Bana yorgun ve yoksullarınızı verin
Özgürlük solumaya hasret kalmış yığınlarınızı verin
Bereketli kıyılarınızın reddettiği sefilleri
Gönderin bana evsizleri, fırtınanın savurduklarını
Meşalemi altın kapının yanı başında taşıyorum”
Özgürlük Heykeli’nin dikilmesinden yıllar sonra bu şiir heykelin üzerindeki bir levhaya yazılır. Heykeli dikenlerin de şiiri yazan şairin de niyeti yoksulların Yeni Dünya’ya akmasını sağlamak değildir aslında. Ama yoksullar Yeni Dünya’ya akmaya devam ederler ve gemiler Yeni Dünya’nın kıyılarına doğru ilerlerken göçmenlerin ilk gördüğü bu heykel olur artık.
Göçmenler Yeni Dünya’ya vardıklarında heykelin görkeminin arkasında nasıl bir sefalet ve acı olduğunu görürler. Şiir adeta göçmen işçilerin, onların bu yeni dünyada yaşadığı acıların sembolü haline gelir. Tıpkı bugün Meksika sınırına duvar ören Trump gibi o dönemin egemenleri 1920’de ABD’ye göçü yasaklar. Kapılar yoksullara, yorgunlara, evsizlere, dışlanmışlara kapatılır. Ama göç de göçmenlik de kahır da devam eder. Elbette göçmen işçilerin mücadelesi de. Ve 8 saatlik işgünü mücadelesinin, 1 Mayısların arkasında göçmen işçilerin emeği ve kararlılığı da vardır.
“Göçmen” adlı şarkı Yeni Dünya’nın göçmen işçilerine adanmıştır. Bizler de bu şarkıyla dünyanın tüm göçmen işçilerini sınıf dayanışmasıyla kucaklayalım, Sınırların, sınıfların olmadığı bir dünya kurma mücadelemizi büyütme sözümüzü yineleyelim.
21.00
Şili denildiğinde akla sadece bakır madenleri gelmez. Direngen, mücadeleci, yiğit işçiler, gençler, kadınlar da gelir. Bir de sosyalist şair Pablo Neruda ve yine sosyalist müzisyen Victor Jara… Şili onlarsız düşünülemez. 60’lı yıllar Şili’de işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği yıllardır. Neruda şiirleriyle, Victor Jara da şarkılarıyla mücadelenin içindedir. Şilili emekçiler 1970 seçimlerinde sosyalist Allende’yi iktidara taşıdılar. Ancak egemenler Allende hükümetinin emperyalist çıkarlarına ters düşen politikalarından rahatsızlık duydular. Allende’yi devirmek ve işçi sınıfının mücadelesini bastırmak için 11 Eylül 1973’te faşist Pinochet önderliğinde kanlı bir darbe yaptılar. Binlerce insanı gözaltına aldılar ve katlettiler. Victor Jara, 11 Eylül günü binlerce insanla birlikte gözaltına alınarak Şili Stadyumuna götürüldü. Burada arkadaşlarına moral vermek, dirençlerini sağlam tutmak için şarkılar söyledi. Onun bu boyun eğmez, direngen tutumuna tahammül edemeyen faşistler, önce parmaklarını kırdılar, sonra katlettiler. Ama Jara’nın ve onun mücadele ezgilerinin ölümsüzleşmesini, Şilili emekçilerin yeniden ayağa kalkmasını engelleyemediler.
21.45
Yılgınlık, yorgunluk, umutsuzluk… 12 Eylül günleri… 12 Eylül 1980’de yapılan faşist darbeyle Türkiye işçi sınıfının örgütlülüğüne ağır bir darbe indirildi. İşçilerin mücadele örgütleri dağıtıldı, sendikalar kapatıldı, sendikacılar hapse atıldı, öncü işçiler işsizliğe mahkûm edildi. Darbenin zifiri karanlığının topluma kanser gibi yayıldığı dönemlerdi. “Her şey buraya kadarmış” diyenler, işçi sınıfının tarihsel rolünden umutlarını kesiyorlardı. Fakat çıktı birileri, bu karanlık ve kasvetli günlerde “olmaz” denileni oldurttu. Sınıfını bilen, ona tüm benliğiyle inanan, yüreklerini karartmamış birileri çıktı; “bu yasalarla grev yapılamaz” diyenlere grevin hasıyla cevap verdi. Onlar, ateş böceklerinin geceyi aydınlatması gibi yüreklere ışık demetleri taşıdılar. 1986’nın Kasım’ıydı, sahne artık NETAŞ Grevcilerinindi!
Netaş, İstanbul Ümraniye’de kablo üreten bir fabrika… DİSK/Maden-İş darbeyle kapatıldıktan sonra örgütlendikleri Bağımsız Otomobil-İş Sendikasıyla greve çıkan 3 bin 150 işçi… Sabırla örülen bir hazırlık dönemi, muazzam bir inanç ve kenetlenme, karınca gibi işleyen grev komiteleri, aile ziyaretleri, toplantılar, eylemler, dayanışma geceleri…
Darbe koşullarında bile işçilerin örgütlülüğünün patronları alt edebilecek güçte olduğunu gösterdi Netaş işçileri, kazandılar! Türkiye işçi sınıfının tarihine kuşaklar boyu feyz alınacak şanlı bir deneyimi kazıdılar. 12 Eylül karabasanına karşı buzu kırdılar, suyun önünü açtılar.
Netaş işçilerini 1987 Derby ve Kazlıçeşme grevleri, 89 Bahar Eylemleri, kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi, Zonguldak madencilerinin yürüyüşü izledi.
Deri işçileri, greve çıkmalarına karşılık lokavt ilan eden deri işverenlerini protesto ediyor. Tam 3000 deri işçisi 12 Eylül yasaklarına rağmen Kazlıçeşme sokaklarında yürüyüş yapıyor.
1987 Kazlıçeşme grevinde grev gözcüsü kadın işçiler. Fotoğraf karesine grev yerini ziyaret eden kadınlar da girmiş. Belki komşuları, belki akrabaları… Yüzlerinde mahcup bir gülümseme var. Belki ilk defa bir grev yerini ziyaret ediyorlar. Yine de işçi kardeşlerini yalnız bırakmamışlar. Grevci kadınların kararlılıkları ise gözlerinden okunuyor.
Başında örtüsüyle işçi kadınlar
en öndeler kol kola yürek yüreğe
dudaklarında bir ağızdan türküler var
kızlar gelinler illa kadınlar
“kahramanlık en çok onlara yakışıyor”
Bahar Eylemleriyle birlikte esnek çalışma, taşeronlaştırma ve özelleştirme gibi uygulamaların durdurulması için işçilerde büyüyen öfke de açığa çıkıyordu. Tekel’de, Paşabahçe’de, Seka’da, Sümerbank’ta, Telekom’da özelleştirmelere karşı direnişler yaşanıyordu.
22.25
Kasımpaşa, tersane işçileri… Bahar eylemleri sırasında akın akın gelmiş, hafif eğimli dönemeçte polis barikatına yüklenmişler. Birlik olmanın verdiği güç, oluşturdukları kütleyi daha heybetli ve karşı konulmaz yapmış… Nâzım Hikmet’in “Akın var, güneşe akın” şiirinden dizeleri akla geliyor; bu kuvvet, bu kuvvetin gücü yarıyor barikatları… Öylesine bir akış var ki, polisler bu akan güç karşısında tutunmaya çalışıyorlar ama geri geri gitmelerinden de anlıyoruz ki başarılı olamamışlar.
22.50
23.15
Swisscard direnişçisi ve o zamandan beri UİD-DER’li bir kadın işçinin notları
Yıl 1998... Sağlıksız çalışma koşulları ve düşük ücretler... Patrona karşı savaşmaktan başka çıkar yolumuz yoktu. Matbu işler yapan bir fabrikaydı. Tüm camları suntalarla kapatılmış, temiz havanın içeriye girişi engellenmişti. Tüm gün kimyasal kokulara maruz kalıyorduk. Öyle bir koku ki, dolmuşa binişimizle beraber gözler bize çevrilirdi. Patronla konuşmak sorunumuzu çözmedi ve bizi kavgaya davet etti. Cevabımız “davetiniz kabulümüzdür” oldu. Sendikaya üye olduk. İşten atılmakla aldık cevabımızı... Yılmadık, pes etmedik. Tüm baskılara rağmen, direnişe geçtik. Bizim olan, ellerimizle büyüttüğümüz fabrikamızı terk etmedik. Bir yıla yakın bir zaman direnişte kaldık. Hem de ne direniş! Evimizi taşıdık direniş yerine... Öfkemiz, kararlılığımız ve inancımızla birlikte, çocuklarımızı da kattık direnişimize. Yeri geldi direniş çadırında emzirdik evlatlarımızı... Kar kış demedik. Varilden bir soba yaptık, direniş ateşimizle ısındık. O ateşin etrafında halaylar çektik, sloganlarımızı, öfkemizi haykırdık.
Yıl 2020... O direniş ateşi hiç sönmedi, o öfke hiç dinmedi yüreğimizde. Evlatlarımızı da büyüttük, kavgamızı da... İşte buradayız! Bizleri o günden bugüne taşıyan, mücadelemizin devamına vesile olan, işçi sınıfının mücadele örgütü UİD-DER' deyiz. Her şeye inat, tüm inancımızla, bugün de büyüteceğiz kavgamızı...
23.45
23.50
Mahsus Mahal
O sadece ezilenler ve yoksullar için, işçi sınıfı için söyledi türkülerini… Ruhi Su; sazının teline sömürü ve savaşlar son bulsun, insanlığın acıları dinsin, yaraları iyileşsin diye vurdu. Tam da bu nedenle, yani böylesi onurlu bir aydın olduğu için ezilenlerin ezgili yüreği olduğu için attılar onu da dört duvar arasına! Hemen yanı başındaki hücrelere ise dostlarını… “Büyük İnsanlık” için aynı hayalleri kurduğu, aynı safta dövüştüğü dostlarını, eşi Sıdıka hanım ve diğerlerini… Kendine yapılanları, acıları unutur Ruhi Su ve bir türkü mırıldanmaya başlar.
Genç müzisyenlerce aslına sadık kalınarak yeniden düzenlenen ve Dayanışma TV tarafından yayınlanan Mahsus Mahal’i dostlarımızla paylaşıyoruz. İşçi sınıfının dört duvar arasına hapsedildiği bu süreçte, zulme boyun eğmemenin, mücadeleye inancın, gelecek güzel günlere duyulan özlemin türküsünü söyleyelim. Ruhi Su ile birlikte ve bir ağızdan!
00.30
Koronavirüs öncesi dünya
2018 ve 2019 yılları işçi sınıfının isyan yılları olarak tarihe geçti. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler… Şili’den Cezayir’e, Fransa’dan Irak’a, Lübnan’dan Cezayir’e sokaklara dökülen on milyonlar, başka bir dünya istediğini haykırdı. Ezilenler, sömürülenler, horlananlar dünya meydanlarını eşitlik ve özgürlük şarkılarıyla inletti.
Şimdi, UİD-DER medya ekibinin titiz bir çalışmayla hazırladığı bir videoyu paylaşıyoruz. Dünya gündeminin koronavirüs ile meşgul edilmediği bir süreçte, çok değil birkaç ay önce hazırlanan bu videoyu dikkatle izleyelim. Sömürücü egemenlerin neden bir virüsün arkasına sığınıp ondan bir tufan hikâyesi yarattığını, korkuyu neden körüklediğini, emekçileri neden eve hapsettiğini daha iyi anlayacağız. Fakat biliyoruz bu durum ilânihaye sürmeyecek! Kapitalist düzenin efendilerinin koronavirüs üzerinden bir süreliğine dondurabildikleri bu isyan dalgası, inanıyoruz ki yeniden yükselecek! Ne yaparlarsa yapsınlar asla engelleyemezler gelen günleri!
00.40
01.00
Umudu yitirme birliğini örgütle!
“Fotoğraf, Film, Şiir ve Şarkılarla Emek, Tarih, Yaşam” yolculuğumuzda; sömürücülerin neden korkuyla tutuşup korkuyla yandıklarını, neden zamanı korkuya boğduklarını, bugün neden bir virüsten bir tufan hikâyesi yaratarak milyonları evlerine kapattıklarını tarihin tanıklığında bir kez daha görmüş olduk. İşçi sınıfının o görkemli tarihsel eyleminden kurtuluşunuz yok! Direnç çiçeğinin gülleri geç açar, ama açtı mıydı çatlatır kayaları!
Biz, gecenin içinde gündüzü düşlüyoruz. Biz, çürüyen ve her şeyi çürüten kapitalizmin karşısında insanlığın geleceğini temsil ediyoruz. Sömürünün, sınıfların, adaletsizliğin olmadığı bir dünya uğruna canla başla çalışıyoruz. Haklı olduğumuzu biliyoruz. Güçlü olduğumuzu biliyoruz. Yeni bir dünya kuracak bir sınıfın evlatları olduğumuzu biliyoruz. Sınıfımıza ve mücadelemize olan inancımız dipdiri. Biz daha yürekli, biz daha bilinçli, işçi sınıfının yiğitleri… Biz yarını kuracak depremlerin müjdecisi…
O halde özgürlük isteyen ateşten yüreklerimizi birleştirelim, bir kez daha ve hep bir ağızdan söyleyelim: Umudu yitirme birliğini örgütle!